Bugünlerde ortaöğretim okullarımızda “değerlerimiz” hakkında sunumlar veriyorum ve bu münasebetle çocuklarımızı daha yakından tanıma imkanını buldum. Özellikle soru-cevap kısmında, gençlerimizin çok büyük bir boşluk içinde olduğunu gördüm. Şuna kanaat getirdim ki; ülkemiz hakikaten büyük bir saldırı altında. Türk nesli ve kamuoyu üzerinde müthiş oyunlar oynanıyor. Ve bir nesil, geleceğimiz “güneş altında eriyen buz” gibi, göz göre göre yok oluyor. Ve bütün bunlar;bir milletin gözü önünde icra ediliyor,yöneticisinden, halkına, iktidarından milletine, aile bireylerine kadar; en ufak bir tepki vermeden, nemelazımcı bir tavır ile karşılanıyor ve kabulleniliyor.
Hatırlarsanız, sosyal medyada Japon iş adamı Sakura “Türkler” hakkında çeşitli tanımlamalarda bulunmuştu. Mealen şöyle diyordu:
“Japonv iş adamı Sakura; siz Türkler rahatınıza düşkünsünüz. Mütevazi yaşamıyorsunuz. Daha sonra borç altına giriyorsunuz. Ben işadamıyım sıradan evim arabam var.görüyorum ki sizde böyle değil. Asgari ücretlide en lüks telefon var. Ayrıca milli değilsiniz. Marka sevdanız var. Biz Japonlar yatırımı bilgiye yapıyoruz. Siz hazıra konuyorsunuz. Üretemediğiniz taktirde tüketici olarak kalırsınız.”
Yine benzer yorumların bir başka Japon’dan da geldiğini görüyoruz. Türkler hakkındaki bu iddialarını, bir gazete kupüründe alıntılayalım:
“ Japon bilim adamı Kalyo Yasua uyarılarda bulundu; Türkler çok garip. Türklerin nesillerine sahip çıkmadığını söyledi. Kalyo Yasua daha sonra şu açıklamalarda bulundu. “Üç yıldır Türk kültürünü inceliyorum bir şey çok korkunç, diğeri de garip. Korkunç olan batı, bir ülkeyi savaşmadan yok ediyor. Türkiye’de 3-5 dizi hariç hepsi Türk din ve geleneğine ters. Garip olan ise herkes bunu biliyor ama yine de izliyor. Anne baba ise çocuğuyla izliyor. Türklerin bu garip haline şaşırıyorum, dedi.”
Yabancı bir gözlemcinin kanaatlerini ne derece önemsersiniz bilemem; lakin ben kendi hesabıma itiraf ediyorum ki, durum hiç de umut verici değil. Ülkemiz kültürel bir erozyonun içinde korkunç bir uçuruma yuvarlanıyor.
Değerlerimizin vericisi durumundaki MEB’de maalesef çok büyük bir aymazlık var. Değerlerimizi ana sınıfından itibaren tüm eğitim kurumlarımızda sağlam ve etkin bir şekilde vermek için yeterince bir gayret ve çaba gösterildiğini görmüyoruz. Türk milli eğitim sistemi adeta batının değerlerini veren bir gönüllü kuruluş gibi işliyor. Garip bir şekilde batı medeniyeti kutsanıyor ve bu arada da kendimizin de bir medeniyeti sanki hiç yokmuş gibi bir durum arz ediyor.
Eğitim sistemini derinlemesine incelediğimizde, cumhuriyetten öncesinde bu anlayışın eğitim kurumlarımıza hakim olduğunu görüyoruz. Hatta bu hususta oldukça ibret verici bir olayı merhum M.Akif Ersoy,“Letonyalı Müslüman bir işadamının çocuğunu Bâb-ı Âli’de (İstanbul) okutmak için gittiği liselerde karşılaştığı durum” ile ilgili müşahadelerini makalelerinde anlatıyor. Yani eğitim kurumlarında Gayr-ı Müslim bir zihniyetin ve propagandaların yapıldığını, eğitim kurumlarının nasıl devşirildiğini büyük bir ızdırapla dile getiriyor. Sözünü de şöyle bağlıyor: “bu memlekette hem din ve inancını verecek ve hem de fen bilimlerini tedris edecek bir okul yok mu?”
İşte aradan 100 yıldan fazla bir zaman geçti, okullarımızhala arzu ettiğimiz tedrisattan fersah fersah uzaklıkta. Maalesef bu alanda sıkıntımız, problemlerimiz ve şikayetlerimiz devam ediyor. Kendi değerlerimizi çocuklarımıza aktaramamanın sıkıntısını yaşıyoruz ve bu da hayatın farklı alanlarında olumsuz bir şekilde karşımıza çıkıyor.
Buradan MEB’e sesleniyorum. Lütfen alana, okullara bir ininiz, öğrencilerin arasına karışınız, yetiştirdiğiniz mahsüllerin değerini ve kalitesini vicdanınızla tartınız, değerlendiriniz. Bir milleti bile bile nasıl çürüttüğünüzün vebalini taşıdığınızı artık iş işten geçmeden fark ediniz. Yarın çok geç olabilir.
Bir millet köküyle, değerleriyle ayaktadır. Köksüz kalan bir millet, millet olma vasfını kaybetmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm, yalnızca geçmiş kavimlerin ibretlik kıssalarını anlatmaz; aynı zamanda bugünü ve yarını da aydınlatır. İsra Suresi’nin beşinci ayeti bu hakikate işaret eden çarpıcı bir misaldir: “Nihayet bu iki bozgunculuktan ilkinin zamanı gelince (sizi cezalandırmak için) üzerinize, pek güçlü ola
Geçtiğimiz günlerde açıklanan PKK’nın fesih bildirisi, sadece bir örgütün dağılması değil; Türkiye’nin siyasi ve toplumsal hafızasında derin izler bırakmış bir devrin kapanışı olabilir. Elbette bu tür tarihî dönemeçler sadece belgelerle değil, bakış açılarıyla da anlam kazanır. Uluslararası çevrele
Dünya, mazlumun sessiz çığlığına sağır kalmış bir hâlde… Savaşların, çatışmaların ve insanlık dramlarının neredeyse sıradanlaştığı bir çağda yaşıyoruz. Modern zamanın en büyük çelişkisi şudur: Medeniyetin zirvesinde olduğunu iddia eden insanlık, hâlâ en ilkel yöntemlerle birbirini yok etmeye çalışıy
“Tarih, ibret alınsaydı tekerrür etmezdi.” I. SESSİZ BİR ÇIĞLIK: KESİK MİNARE Ali Ulvi Kurucu’nun hüzünle aktardığı bir sahne vardır hatıralarında: Konya’daki Aslanlı Kışla Camii’nin minaresi, bir gün ansızın, sessizce, devlet eliyle kesiliverir. Sebep: askerî birliklere yakınlığı! Yani minarenin
Zaman zaman sosyal medya mecralarında ve televizyon ekranlarında dinî meselelerin tartışma konusu yapıldığını görüyoruz. İslâm’ın temel kaynaklarından alınan bazı hadisler, bilgi sahibi olmayan kişiler tarafından yorumlanıyor ve bu yorumlar da halkın zihninde şüpheler doğuruyor. Bu durum ise faydada
Son zamanlarda elime bir kitap geçti: “Bediüzzaman Efsanesi ve Said Nursî Gerçeği.” Yazarı Emrah Cilasun. Kitap, Bediüzzaman Said Nursî’yi bir “efsane” olarak ele alıyor; onun etrafında oluşan anlatıların gerçek dışı olduğunu iddia ediyor. Haliyle merak ettim, okudum. Fakat kitapta karşılaştığım ş