Bak, gerçekten enteresan bir milletiz biz.
Hatta tüm tezatları bir arada toplayabilmiş ve bunlarla gayet de rahat, hatta son derece barışık bir şekilde yaşayabilen nadir bir milletiz.
İyi bir şey demiyorum bu arada. Çünkü çok saçma yerlerde geziniyoruz, o raddelere vardı iş. Ben hâlâ umutla "ha düzelir, ha öğreniriz elbet bir noktada, ha bilgileniriz, ha özen gösteririz" diye diye içim dışım kurudu. Umut fakirin ekmeği gerçekten.
Ama umudu da kesersem nasıl baş edebilirim ki?
Bir insan hem son derece temiz olabiliyorken, evlerimiz bal dök yala kıvamındayken —ki bu başka hiçbir millette yokken— bu memleketi bu hâle nasıl koyabiliyoruz? Piknik alanlarına çöplükten girilmiyor; rezillik, kepazelik diz boyu. Şimdi deniz de, sezonu açıldı. Aklınızın alabileceği her yer çöp, sizin anlayacağınız.
Mis gibi cennetten bir köşe misali memleketimiz var hamdolsun, her karesi, her köşesi başka güzel ama biz reziliz, onu ne yapacağız?
Şu memlekette ağız tadıyla ne geziliyor, ne oturuluyor, ne nefes alınıyor. Nefes dahi alınmıyor, evet. Neden? Yere izmarit atan, bundan zerre gocunmayan, üstelik marifet sayan; yaktığı mangalını dahi söndürmeye tenezzül etmeyen; yediğini içtiğini olduğu gibi bırakıp gönül rahatlığıyla bulunduğu ortamı terk edebilen insan görünümlüler yüzünden cayır cayır yanıyor ciğerlerimiz günlerdir.
Sözde biz, ülkesini seven, sayan birer vatanseveriz, baksan. Bu ülkenin has evlatlarıyız biz üstelik. Bu konuda üstümüze yok, tartışmaya da kapalı bir konu. Hassas noktamız... Yersen...
Hepsi laf, hepsi faso fiso, boş hava.
Memleketini seven, sayan adam önce onu korur, saygı gösterir, titiz davranır; her santimine dikkatli basar.
Bizim gibi, gölgesinde sığındığı ağacı delik deşik etmez; içinde yüzdüğü denizini plastik deryasına çevirmez; çimenlerinde koşturduğu çayırlığı izmarit mezarlığı yapmaz; yediğini içtiğini olduğu gibi doğanın göbeğine bırakmaz.
Bu gözler, mis gibi gümbür gümbür dere kenarında, yeşilliğin, güzelliğin ortasına hayvan kafası atıldığını; kurbanda hayvanın sakatatlarını öylece bırakıp gideni gördü.
Daha geçen hafta 6 yaşındaki oğlum bas bas bağırıyordu kendi kendine: “Deniz çöp kutusu değildir, bunu ben bile biliyorum! Bu sigaralar buraya atılmaz. Bu paket geri dönüşümdür, denizin üstünde işi ne? Anne, şu an çok sinirlendim, ağlamak istiyorum. Bunlar niye böyle yapıyorlar ki?”
Ne diyeyim bu çocuğa, ben bile bilmiyorum ki neden böyle yaptıklarını.
“Çok haklısın oğlum, her kelimen doğru. Ama işte bazı insanlar böyle. Bunun nedenini ben de bilmiyorum ve senin gibi ben de anlayamıyorum” dedim.
“Ben yüzmek istemiyorum, hevesim kaçtı.” deyip çıktı denizden. Halbuki büyük bir hevesle gelmişti, deniz aşığı kendisi.
Sessiz bir sinir krizine girdik babasıyla beraber, sadece gözlerimiz konuştu o an.
Bir yaş ağacı kesmenin bedelini bir insan öldürmekle denk tutan ve cezasını idam olarak belirleyen; üstüne bunu uzun yıllar uygulayan atalarımızın hassasiyetinden bu noktalara nasıl geldik, inanın bilmiyorum.
Emanete hıyanetlik değil midir bu?
Eee, biz Müslüman bir milletiz. Ve hepimiz biliriz ki: “Emanete hıyanetlik eden bizden değildir.” buyrulmuştur.
Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? Aaa, ama ikinci bir kırmızı çizgimiz de bu bizim. Buna da laf söyletmeyiz kimseye.
İnancımıza laf ettirmeyiz, tartışma konusu bile olamaz. Tüm tutarsızlığımıza rağmen, tüm aykırılıklarımıza rağmen bu konu tartışılamaz. Biz bunları tartışmayalım, öte taraf yana dursun.
Kendimizi sorgulamamızdan önemli mi?
Nasıl bu duruma gelebiliyorlar, nasıl yetişiyorlar, nasıl büyüyorlar da bu raddede vicdansız olabiliyorlar, anlayamıyorum.
Küçücük çocuk bile bir kere anlattıktan sonra anlıyor da üstelik unutmuyor, uygulamaya geçebiliyor.
Nereden biliyorum?
3 yaşındaki oğlum artık çöp ile geri dönüşümü tek başına idrak edip ayırıp, elindeki çöpü çöpe; dönüşümü dönüşüm poşetine atabiliyor, oradan biliyorum. Oluyor yani, çocuk bile bunu anlayabiliyor; koca koca insanlar neden kavrayamıyor, buna şaşıyor insan.
Biliniyor ki şu an ve geçmişte yanan ne kadar yer varsa, yüzde 90’ı ihmalkârlık yüzünden bu hâlde.
Hesabı sorulmaz mı bunun?
“Ben size dünyanın en güzel köşesini hizmetinize sunmuşum, emrinize vermişim; bu mu verdiğiniz değer?” denmez mi?
“Böyle mi sahip çıkıyorsunuz?” diye sorulmaz mı?