Uzun bir aradan sonra İznik’i gezmek nasip oldu.
Aslında burası şunun şurasında 1 saat uzaklıkta bir yer ama neredeyse 5 senedir gitmemişim.
Akşamüstü eve dönmeye yakın içimden şöyle bir cümle geçti:
“Nasıl bir yerde yaşıyoruz yarabbi. Sağımız, solumuz, önümüz, arkamız, dört bir yanımız hazineyle dolu. Dünyanın hayranlıkla baktığı bir tarih, bir doğa, bir coğrafya, uygarlıklar şehri ortasında, biz olup bitenlerden bihaber yaşıyoruz.”
Bu cümle hem hayranlık, hem şaşkınlık, hem üzüntü, hem kızgınlık; tüm duyguları bir araya getiren, hem şükür hem de serzenişin dışa vurumuydu.
İnsan küçücük bir yerde gördüklerine şaşırıyor; “Ben bunu başardım işte!” diye düşünüyor.
Avuç içi kadar bir alana ne kadar çok şey sığdırmışlar, ne hazineler bırakmışlar, nasıl bir medeniyet kurmuşlar, nasıl bir tarih yazmışlar diye hayranlıkla bakarken, bir yandan da yanımdan geçen insanların tavırlarına, konuşmalarına takılıp konsantre olamadım.
Hem karşımdaki kişiye hayran kalıyorum, hem de dönüp başka birine bakınca hayret ediyorum.
Küçük Ayasofya Camii’nin içinde hayran hayran geziyoruz. Önümüzde iki kız var; biri “Burada ne varmış ki?” diyor, diğeri “Hiçbir şey yok, bomboş” diye cevap veriyor.
Gözlerim fal taşı gibi açıldı, hemen yanı başımdaki eşim bana baktı; onun da gözleri açılmış, bana bakıyordu.
Hiç konuşmadan gezdik, oturduk, içeriye baktık, inceledik ve çıktık. İçimden geçen ilk cümle şu oldu:
“Allaha şükür, bize selamet, akıl, merhamet ve kıymet bilmek nasip etsin.”
Hem geziyorum, mest oluyorum; hem bilgi olarak eksik hissediyorum; hem gördüklerime seviniyorum, hem de içimde hüzün var.
Bakımsızlık diz boyu, özensizlik yürek acıtıcı, ilgisizlik can sıkıcı... Daha sayayım mı?
Bazilika için dünya ayağa kalktı. Taa İtalya’dan biri kalkacak, İznik’e ziyarete gelecek, kendi gözleriyle görecek dedi.
Yanına vardık, karşıdan bakınca suyun içinde üç beş kaya parçasından başka bir şey yok. Hemen yanında insanlar suya giriyor.
“Buradan bakınca sadece üç kaya parçası var, şimdi bu adam ta oralardan kalkıp sırf bunu görmek için mi gelecek? Çok saçma.” dedim. Karşıdan bakınca evet, öyle görünüyor.
Ama aslında değil. Biz işin ciddiyetini ve önemini kavrayamıyoruz.
İçimdeki hüznün sebebi de şu: Şimdi eğri oturalım doğru konuşalım, buralar başka bir millet için öyle büyük bir öneme sahip ki ellerinden gelse, bir saniye bile bizim elimizde olmalarına izin vermeyecekler. Bu apaçık bir gerçek. Bunu anlayabiliyorum maalesef. İşte bu anlayışım bütün sinirimin kaynağı.
Buralarda öylesine bir özensizlik var ki, her şey değersiz, anlamsız, bir hiçlik içinde...
“Eğer ki buralar o milletin elinde olsaydı, kesinlikle bambaşka olurdu; bakım olur, özen olur...”
Bu cümleleri düşünürken bir anda kendimi yakaladım ve ürktüm. Ben bile böyle düşünüyorum. Kahredici gerçekten, böyle düşünmek kesinlikle istemezdim.
Değer bilinsin, kıymet verilsin, önem verilsin, ilgi duyulsun, tarih sevilsin, halk farkında olsun, değer versin isterdim.
Kıyıda, gün batımında İznik Gölü’nü izlerken eşime dedim ki:
“Ne güzel bir memleket burası, nasıl bu kadar güzel olabilir ki?”
Eşim cevap verdi:
“Yanlış anlama, Türkiye için demiyorum, sadece şu an Bursa’yı kastediyorum.”
Dağ isteyene dağ var, ova isteyene ova, deniz isteyene deniz, yayla isteyene yayla, göl isteyene göl, tarih isteyene tarih...
Ne ararsan burada var. Sanki tüm dünyavi istekler bir yerde toplanmış, adına da Bursa denmiş.
Kıymet bilmek duası ile...