Daha evvelinden başlamış olmakla beraber, özellikle bir asra yakındır millet olarak kendi değerlerimizden uzak, özgüvenden yoksun, aşağılık kompleksi ve psikolojisi içerisinde bir fikir ve düşünce sarmalına hapsedilmiş durumdayız. Bizi bu durumdan kurtaracak değerleri batı denen ve geçmişi sömürü, işgal, sürgün, zulüm, işkence, katliam, tecavüz ve diğerleriyle dolu, zihniyette ve topraklarda arıyor olmamız, ne hazin bir tablodur bizler için!...
Bir asır önce bunlar değil miydi, topraklarımızı işgale kalkışanlar!
Ne de çabuk unutuldu! hiroşima ve nagazaki, Cezayir’de katledilen milyonlarca insan, dokuz yıl süren Libya katliamları, Vietnam’da yaşanan vahşetler. Afrika’dan zincirlenip gemilerle, Avrupa’ya Amerika’ya götürülen tutsak edilmiş siyahlar. İspanya’da Endülüs’te yapılanlar. Amerika’da Kızılderililere uygulanan soykırımlar. Almanya’da gaz odalarında nefessiz bırakılanlar, Fransa’nın Ruanda’da yaptıkları, Srebrenitsa katliamı, Doğu Türkistan’da yapılan zulümler, Siyonistlerin Filistinlilere yaptığı yok etme zulmü, Afganistan, Irak, Suriye say sayabildiğin kadar biter mi ki!… 40 yıldır başımıza musallat edilen PKK terörünü tırlar dolusu silahlarla destekleyenler...
Bugün emperyalizmin baş aktörü ABD’nin Dünyanın 172 ülkesinde 800’e yakın askeri üs ve 350 binden fazla askerini bulundurmasını ne ile izah etmeli...
İnsanoğlu; herhangi bir inancı olsun veya olmasın yaratılıştan akıl, irade, vicdan, düşünebilme hasletleriyle mücehhez olarak dünyaya teşrif etmiştir...
Mesele insanın hangi ırka, dine, inanca, mezhebe mensup olduğu olmadığı ve ilim, bilgi, beceri ve teknolojide gelinen seviyenin ne olduğu meselesi değil tamamen, ilmin irfan haline getirilip, getirilmemesi ve dolayısıyla tamamen zihniyet meselesidir!...
“Kim bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere), bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur.” İlahi buyruğun mayasıyla yorulmuş bir dünya görüşünün mensubu bir millet olarak her daim dünyamızda; sulh, sükûn, hak hukuk hüküm sürsün, zulüm olmasın gayreti ve çabası içerisinde olmuş ve gönüller fethetmeye yönelmiş; bu anlayışın eseri olarak düşünürler, müteffekkir, mutasavvıflar yetiştirmiş ve gök kubbede hoş bir seda bırakıp, asırlardır gönülleri fetheden Ahmet Yesevi’ler, Mevlana’lar, Hacı Bektaşi Veli’ler, Yunus Emre’lerle gönüllere ekilen sevgi, şevkat, muhabbet, dost ve dostluk tohumlarıyla gönüllerde kalplerde insanlık değerlerini yeşertmişlerdir…
İşte bugün bize düşen bu değerleri neslimize kazandıracak, bir müfredatla mücehhez bir eğitim sistemiyle gençliğimizi yetiştirmektir…
Ancak tarihi gerçekler gösteriyor ki, tarihin hiçbir döneminde zulüm ve zalimler eksik olmamıştır. Bu itibarla bu hakikati göz önünde bulundurup, zalimlerin zulmüne karşı, millet olarak sosyal, siyasi, ekonomik ve askeri olarak daima hazırlıklı olmak ve bu hazırlıkları yapmak mecburiyetindeyiz...
Çoğumuzun okuduğu veya dinlediği ve benimde okuyup dinlediğimde, oldukça etkilendiğim merhum psikolog Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu’nun, bir anısı ile ilgili yazısına, yazımızın ana fikriyle ilişkili olması dolayısıyla, yer vermeden edemeyeceğim ve bir kez daha yer verip devam edelim;
“İnsanın doğuştan duyarlı olduğu iki soru vardır:
1.İyi olan ne? İnsan kendisi için iyi olanı bilmek ister.”
2.‘İyi’yi hayata geçirecek olan doğru davranış ne? Doğru davranışı yapmak ister. İyi olanı doğru davranışıyla hayata geçirerek adil ortam oluşturmak ve yaşatmak ister. Bu sorulara verdikleri cevaplarına göre toplumlar farklı uygarlıklar oluştururlar.
“Ben Amerika'da 25 yıl kalmış bir insan olarak şöyle bir gözlem yapıyorum. Amerika'da hiç eğitim görmemiş bir insanla aynı odada kalmaktan korkarım. Beş dolar için gırtlağını kesebilir. Eğitim orada gerçekten bir fark yaratıyor. Eğitim düzeyi yükseldikçe, uygar, olgun, sorumluluk sahibi, verdiği sözü tutan, kişisel bütünlüğü olan bir insan olma yolunda ilerliyor. İstisnalar kesinlikle olabilir ama genellikle böyle.
Türkiye'ye gelip baktığımda iki faktör görüyorum. Şehirleşme ve eğitim. Türkiye'de şehirleşmiş ve eğitim görmüş insandan korkuyorum. Kesinlikle insafsız, kendinden ve kendi yakınlarının çıkarından başka bir şey düşünmüyor. Bu son derece kuvvetli bir duygu bende. İliğini sömürür bitirir, hiç acıma duygusu yoktur.
Ama şehirleşmemiş, okumamış, saf köylü olarak kalmışsa, onda değerler bilinci çok yüksektir. Sanki eğitilmiş Amerikalı.... Burada çok önemli bir gözlem var. Bunun üzerine düşünmek lâzım.
Benim analığım yörüktü. Annem öldükten sonra babam yeniden evlendi. Biz ona anne demedik, Ayşe teyze dedik. Ben daha on yaşındayım, sapanla vicik dediğimiz küçücük bir kuşu vurmaya çalışıyorum. 'Vurma oğlum' dedi. Ben, sen ne bilirsin Yörük karısı tavrı içinde, 'Ne var parmak gibi küp küçücük kuş' dedim.
Analığımın cevabı: 'Yavrum! Canın küçüğü büyüğü olur mu? Allah her birine bir can vermiş. Vurma yavrum günah.' dedi.
Şu derinliğe bakın. Okuma yazması yok bu kadının. Yıllar Sonra bunun anlamını anladım. Anladığım zaman ağlamaya başladım.
Konferanstayım, böyle gözyaşı dökerek ağlıyorum. Yanımdaki Amerikalı kadın, ne oluyor bu adama diye meraklanmaya başladı. Ne oluyor dedi. O kadar mutluydum ki, 'çok mutluyum' dedim ağlayarak. Kendi kendime 'Ya Rabbi! Çok şükür. Sağken bunun farkına vardım.
Biz bütün insanlar kardeştir deyince sanki çok şey söylüyoruz. Kadın bunları aşmış. Canlardan oluşan bir aile, büyük küçük yok. Hepsi birbirine eşit. Onur eşitliği var. Canın büyüğü küçüğü olur mu? Allah hepsine can vermiş. Şu bilinci görüyor musunuz? Nereden geliyor bu?
Bu, tasavvuf kültüründen geliyor. Bu yayılmış. Eğer şehirleşme ve eğitim ele geçirmemişse, hâlâ bu mayamızda var. Ben zamanım olsa, hiç şehir yüzü görmemiş hiç okumamış köylülerin, özellikle yaşlı kadınların arasında zaman geçirip, onlardan bilgelikler öğrenmek isterim.
Bu topraklarda neler birikmiş. Ne insanlık deneyimleri var. Bir de doğadan kopmamış. Sürekli doğayla haşır-neşir içerisinde o bilgelikler bilenmiş. Kitap bilgisi değil. Farkına varmış ve bir yere oturtmuş.” Gâfil bir insan, bir ressamın tabiatı taklit ederek yaptığı tabloları takdirle temâşâ ederken, kâinat ve onun Hâlık’ı karşısında aynı takdir hissini duymaz. Hikmetle yoğrulmuş bir kalbe sahip olanlar ise, ilâhî kudretin tabiatta vücûda getirdiği sonsuz hârikalarda ki güzelliklerin zevkine ererler. Sermâyesi aynı toprak olan bitkilerin rengâ renk yaprak ve çiçeklerine, bunlarda ki menevişlere, ağaçların renk, koku, lezzet ve şekil de sonsuz farklılık arz eden meyvelerine, ancak bir iki haftalık ömrü olduğu hâlde, kelebeğin kanatlarında ki hârika desenlere nazar ederler ve bunların “lisân-ı hâl” denilen sırlı beyanları karşısında gönüllerindeki mârifetullah lezzeti ziyâdeleşir. Böyleleri için bütün bir kâinat, artık okunmaya hazır bir kitap gibidir.
İşte hikmete teşne olan gönüller, Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilme demek olan irfanda mesâfe katederler. Hikmetin tefekküründe yoğunlaşmadan, gerçek bilgiye, yâni mârifete ulaşmak mümkün değildir.
Sözün özü, gönlü hikmetle yoğrulmadığı için irfâna ulaşamayan bir insan, ilim ve dünya mevkîlerinde ne kadar yüksek bir mertebede olursa olsun, yine de eksiktir. Zîrâ ilmin asıl kıymeti, kişiye sağladığı kalbî olgunluk ve ahlâkî mükemmellikle ölçülür. Rabb’imiz, cümlemizi, ilmini irfân hâline getirip mârifetullâhın sırlarından nasîb alan kullarından eylesin.
Merhum hocamızın ruhu şad olsun...
Konumuzu merhum Akif’in veciz ifadeleriyle bitirelim...
“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz:
Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz!
İnsanlığın bütün ufukları kapkaranlıkken,
Işık olup fışkırmışız ta karanlığın koynundan;”
Selam, Hürmet ve Muhabbetlerimle