Bir adam tanıdı tüm dünya... Bir dede...
Ölen torununu gözlerinden öperek uğurlayan bir dede…
Filistin’in simgesi oldu bir anda…
O ağlamazken başına gelenlere, tüm dünya ona ağladı. Onun yerine ağladı.
Koskoca dünyada 3 yaşındaki torunuyla baş başa kalmış, ona sığınmış…
Sonra onu da aldılar elinden…
İnsan o görüntüleri izlemeye dayanamıyor.
O yaşadı ama ne yaşamak…
Tüm sevdiklerinin elinden kayışına şahit olmak...
Belki şu yeryüzünde yaşanabilecek en ağır imtihan, hatta ötesi yok.
Ama biz yine şaşkın, neden? Öyle metanetliydi ki öyle teslimiyetli…
Ciğeri yansa da içten içe sevinçli şehit oldular, kurtuldular diye...
Kurtuldular... Ne ağır bir kelime.
Dünyanın en ağır acısını ve mecburiyetten gelen kurtuluş hissini aynı anda yaşamak...
Aslında ciğeri sökülürken, acıları dindi diye sevinmek bir yandan da…
Biz alışkın değiliz bu kadar teslimiyete, halbuki bunca acıya ne yürek dayanır ne akıl…
Hem ailesinin hem yakınlarının hem memleketinin yok olduğuna şahit olmak ve yine de dimdik ayakta durabilmek o yaşında…
Her yiğidin harcı değil…
Şehit olmuş dedem...
Kendi deyişiyle, kurtulmuş...
Ama ne ağladım. O kadar ağladım ki… Neye ağladığımı bilmeden ağladım. Bir anda içim boşaldı. Ne düşündüğümü bilmeden ağladım.
Ağladım, ağladım…
Arasından günler geçti yine ağladım; aklıma geldikçe.
Uzun zamandır bir şeye bu kadar bağıra bağıra ağlamak geldi içimden…
Hissettiğim neydi peki? Üzüntü mü? Değil. Öldüğüne mi? Değil…
Şehit olduğuna üzülmedim ona üzülmek gelmedi içimden…
Yaşamak zorunda olduğuna, görmek zorunda kaldıklarına, kaldırdığı, yüklendiği yüklere ağladım.
Ona yaşattıklarına ağladım, canını uğurlamak, canının canını uğurlamak zorunda kalışına ağladım.
Her şeye rağmen yıkılmayışına ağladım.
Ağlayamamasına, öyle bir lüksünün olmayışına, acısını yüzünde acı bir tebessümle anlatmak zorunda kalışına ağladım.
Şehit olduğuna ağlamadım.
Küçücük o bedeni kavrayıp gözlerini son bir defa açıp öpüşüne ağladım.
İçimde garip bir rahatlamayla beraber hem de...
Utanmasam gizli bir sevinçle diyeceğim yalan değil… Acısından, bunca yükünden kurtulduğu için.
Öyle içerledim ki, oğluma baktığımda o küçük meleğin yüzünü görmeye başladım.
Ne ağır imtihanlar var yarabbim...
Düşüncesi bile insanı yok etmeye yetecek güçte…
Yalnız değilim ve hatta tüm dünya benimle birlikte aynı şeyleri düşündü biliyorum.
Gizli bir rahatlamayla beraber tüm dünya dedeme ağladı.
O ağlayamadığı için ağladı.
Aslında onun omzunda gibi gözüken yükler bize de yüklenmişti onunla beraber…
Bilmeden farkında olmadan duruşuyla, yüzündeki buruk gülümsemesi, sakinliği ile yükünü tüm dünyaya pay etmişti. Ve biz ezilmiştik o yükün altında. Bu yüzdendir gözyaşlarımız...
Şuan bunları gecenin 1’inde, büyük bir baş ağrısı ve şişmiş gözlerle yazıyorum.
Uyuyamadım, yine aklıma geldi, ağladım.
Peki bu gözyaşları işe yarayacak mı?
Ben kendimi mi kandırıyorum?
Hicbir sey yapmıyorum sanki bunun için, bu his de çok kötü…
Sadece izlemek... Karşıdan ağlamak, üzülmek ama eyleme geçmemek, geçememek hissi...
İşte bu sorular da bitiriyor beni…
Aslında beynimin diğer tarafında da Suriye’deki hapishane var. Hangisine takılayım, neye dağılayım, kafamı nerelere vurayım, hangi birine üzüleyim...
Sözde ben 23: 30’da uyumak için yatağa girmiştim. Erken yatıp erken kalkacaktım.
Gün içinde ertelediğim, kendimce yok saydığım ne varsa gece ortaya çıkıyor.
Sonuç; saat 01:30... Büyük bir baş ağrısı, şiş gözler ve bulanık, dağınık, dalgalı bir zihin…
Ama elde var sıfır...
Yine...