Çekirge’nin, tarif edemediğim ama beni hep mutlu eden bir yanı var. Daha bu sabah Zübeyde Hanım tarafına doğru çıkarken, ovadan hafifçe rampaya tırmanmaya başladık. Bir an fark ettim ki, gülümsüyorum. Yol boyunca uzanan o koca ağaç gövdeleri, sabahın serin esintisi, havanın berraklığı… O an, içimden kendiliğinden “Hakikaten güzel şu Bursa…” dedim. Sessiz, sade ama çok gerçek bir mutluluktu o.
Ezelden beri değil belki ama kendimi bildim bileli severim… Çekirge’yi, Kükürtlü’yü, Dobruca’yı… Sanırım ben Bursa’nın özüne, ruhuna tutkunum. Dağını, taşını, tepesini; o yeşilin binbir tonunu, hafif bayırları, yüksekten esen serin rüzgârları seviyorum. Şu an yeni yerleşim yerlerinin hiçbirine içim ısınmıyor, hatta bir sempati bile duymuyorum, nedense hep bir mesafedeyim. O kadar düzenli, lüks, şık ve ferah olmalarına rağmen kesinlikle etkilenmiyorum; bana samimi gelmiyorlar. Herkes meraklı o taraflara; herhalde milletin gördüğü bir şey var ben göremiyorum diyorum. Hala da görebilmiş değilim. Yeni Bursa’ya dair bir heyecanım bir ilgim yok.
Bana deseler ki, bir yer seçme şansın var; hiç düşünmeden 'Atın beni Kükürtlü’ye' derim.
Aslında esas Bursa, o güzel yamaçlarda, mis gibi suyun ve havanın olduğu yerlerde.
Ama ne yazık ki şu an o bölgeler çok karışık, sıkışık ve düzensiz. Gerçekten en güzel yerler oralar ama artık orada yaşamak, oldukça çetrefilli.
Bence öncelikle kentsel dönüşüm o bölgelerde başlamalı. Ama bu, iyi düşünülmesi gereken bir süreç. Hem maliyet açısından çok büyük bir yük gibi görünüyor hem de nüfus yoğunluğu oldukça fazla. Yani bu iş, kısa vadede kolay görünmüyor. Ama bir gün, hayal ettiğim gibi düzenli ve planlı bir şekilde dönüşüm gerçekleşirse, o bölgeler Bursa’nın en yaşanılası yerleri olur, buna inanıyorum.
Biraz eskiyi seviyorum. Anısı olanı, yaşanmışlığı, dokusu olanı... Eskinin zevkine hep güvenmişimdir. Yeniyle, yani bugünün estetiğiyle aramda tarif edemediğim bir mesafe var.
Geçen gün altı yaşındaki oğlum bile eski Osmanlı evlerine bakıp 'Neden artık böyle evler yapmıyorlar? Bunlar çok güzelmiş' dedi. Üzülerek sadece 'Biz de bilmiyoruz' diyebildik.
Geçenlerde içimden esti, “Hadi kahvaltıya gidelim,” dedim. Aslında pek adetimiz değildir böyle planlar… Ben daha çok deniz kenarında ya da bir kayanın üstünde, mümkünse kimsenin olmadığı sakin bir yerde kahvaltı yapmayı severim. Kamp sandalyesi, küçük bir masa, çay, simit, zeytin, peynir... Sessizlik, huzur ve güzel bir manzara bana yeter.
Ama bu kez değişiklik olsun dedik. Normalde ilgi alanım da değil, ama “Nereler meşhur?” diye şöyle bir araştırayım dedim… Ruhum sıkıldı.Yine en sonunda içime sinen, hem manzarası şahane hem de fazla kalabalık olmayan, makul bir yer buldum. İyi ki de kendi bildiğimi yaptım, hiç pişman değilim.
Gittiğim yerin sadece popüler olması ya da ‘mekan’ olarak revaçta olması beni cezbetmiyor.
Benim için görsellik önemli; gittiğim yerin bana bir şey hissettirmesi gerek.
Ve gerçekten şaşkınım... İnsanlar bunca şeyi nasıl tüketebiliyor, bu fiyatlara nasıl yetişebiliyor ve sırf popüler diye bir yere böylesine bağlanabiliyor, hiç sorgulamadan? Bazen kendi kendime düşünüyorum; “Galiba bende bir tuhaflık var.” Çoğu zaman, çoğu insanla tamamen zıt düşüncelerim oluyor. Kalabalığın yöneldiği yere değil, içimin çektiği yere gitmek istiyorum. Ve belki de bu yüzden, her şeyin bu kadar hızlı tüketildiği bir dünyada yerimi bazen sorguluyorum.
Ve gerçekten şaşkınım... İnsanlar bunca şeyi nasıl tüketebiliyor, bu fiyatlara nasıl yetişebiliyor ve sırf popüler diye bir yere böylesine bağlanabiliyor, hiç sorgulamadan? Bazen kendi kendime düşünüyorum; “Galiba bende bir tuhaflık var.” Çoğu zaman, çoğu insanla tamamen zıt düşüncelerim oluyor. Kalabalığın yöneldiği yere değil, içimin çektiği yere gitmek istiyorum. Ve belki de bu yüzden, her şeyin bu kadar hızlı tüketildiği bir dünyada yerimi bazen sorguluyorum.
Kendimce garip, ama beni mutlu eden küçük sevinçlerim var. İşte onlardan biri: Çekirge yolu… Bir diğeri de dağ yolu mesela. Sessiz, sakin, geçmişle iç içe…
Bazen düşünüyorum da, belki de ruhum eskidir. Belki de bu yüzden kalabalıktan çok, eski sokakların taşına, virajlı yolların sessizliğine meylim var.
Kent yaşamının o çok arzuladığımız, uğruna nice fedakarlıklar yaptığımız ve asıl yurdumuzu bırakıp şehirlere göç ettiğimiz bu düzenin tüm olumsuz etkilerini farkında olmadan neredeyse tamamen çocuklarımızın omuzlarına yüklemişiz. Sanki bir lütufmuş gibi binaların arasında onlara ufacık bir alan bır
Şu televizyonu açmaya gelmiyor. Bazen canım sıkılıyor gezineyim diyorum akşam bakınayım şöyle diyorum. Millet çatır çatır dizi izliyor fanatik gibi, belki benimde dikkatimi çeker diyorum. İlla bir yerde konu dizilere geliyor. Her defasında bense bilgisiz öylece dinliyorum. Nasıl bir hazla anlatılıy
Yine gündemimiz maşallah (her daim olduğu gibi) çokça yoğun. Bazen boş gözlerle olup biteni izlerken bir anda bir soru dönüyor kafamda. "Niye bizim konularımız her daim bu kadar uç noktalarda? Niye her daim çok önemli, kırmızı alarm seviyesinde?” Kesinlikle aman bu da sorun mu dediğimiz hiç bir tan
Çekirge’nin, tarif edemediğim ama beni hep mutlu eden bir yanı var. Daha bu sabah Zübeyde Hanım tarafına doğru çıkarken, ovadan hafifçe rampaya tırmanmaya başladık. Bir an fark ettim ki, gülümsüyorum. Yol boyunca uzanan o koca ağaç gövdeleri, sabahın serin esintisi, havanın berraklığı… O an, içimden
Çok çabuk dalıyoruz dünyanın aslında olmayan ama bize varmış gibi gözüken ışıltısına… Bu yüzden öyle bir maddiyata bağladık ki her şeyi kesinlikle mutluluğu yakalayamıyoruz. İnsanlık olarak böyle bu ve haliyle herkes mutsuz. Tüm dünyayı ele geçiren bir buhran oldu bu. Aradan sıyrılıp gerçeği göreni
Yolun yarısını yarılamışım, gelmişim 30 küsur yaşına, hala ama hala yontmaya çalıştığım ama bir türlü muvaffak olamadığım bir iki de değil tonlarca huyum var, alışkanlığım var, bırakmak istediğim, kurtulmak istediğim özelliklerim var. Ama neredeyse hiçbirini kontrol altına almayı başaramadım. Dönüp