Eskiden nasıldı bilmiyorum ama sanki gitgide insani özelliklerimizi kaybediyormuşuz gibi hissediyorum.
Çok fazla gaddarlık, ahlaksızlık, utanmazlık, umursamazlık ve benlik var ortada.
Şu "ben"lik başımıza bela oldu resmen.
Öyle aşıladılar, öyle ballandıra ballandıra anlattılar ki artık işin içinden çıkılmaz bir hâl aldı.
Bencillik aldı başını gitti; kimse kimseyi düşünmez oldu.
Önce ben, önce benim hayatım, önce benim fikirlerim, rahatım, konforum, yaşamım...
"Önce ben, önce ben" diye diye ruhumuz kurudu.
"Biz" demeyi unuttuk. Demeyi geçtik, biz olmayı unuttuk gitti.
Bireysellik adı altında, gizlice insani özelliklerimizi ve önceliklerimizi sildiler.
Hiçbir şey anlamadan bu noktaya geldik.
Herkes ama herkes bencil oldu çıktı, kimse kimseyi düşünmez oldu.
"Ben istedim, böyle istedim, öyle yaptım" deyip çıktılar işin içinden.
Sonra da o "benim isteğim" diye yaptığın her şey, görünürde sen hariç herkese zarar oldu.
Sözde önce kendine iyilik yaptın ama ilk kötülüğü yine kendine dokundu.
Kalplerimiz yokmuş gibi gezinir olduk.
Böyle düşüncede bir insanla karşı karşıya gelince, aklıma hep Yunus Emre gelmeye başladı.
Dergâha ilk girdiğinde, iki yıl boyunca sadece "Ben bilmem" demesi istenmişti mübarekten.
"Şu benliğini bir kenara koy, öyle gel" denmişti.
Sırf bunun için dergâhın odun taşıyıcısı yapılmıştı.
Tek görevi vardı: odun taşımak...
Bir de "Ben bilmem" demek...
Bak, şu an biz bunu anlamaktan çok uzağız.
Düşünsene, bir dergâha giriyorsun ve sana bu emrediliyor; az buz değil, tam iki yıl.
"Ya siz deli misiniz? Ben ne için geldim, siz bana ne diyorsunuz?" deyip ortalığı birbirine katıp çıkardık oradan.
Ama Yunus’a ne oldu? Sonrasında benliğini bir kenara bıraktı ve başımızın tacı Yunus Emre oldu.
Öyle bir makama ulaştı ki, Mevlânâ’ya bile "Mesnevî’yi nasıl buldun?" diye sorduğunda, utanarak, sıkılarak biraz uzun bulduğunu söylemiş.
"Sen olsan ne yapardın?" denildiğinde, "Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm." diyebilmiş ve koskoca Mevlânâ’yı kendisine hayran bırakmıştır.
O zamanlar Mevlânâ, büyük bir âlim, ulemâ, öğrenci yetiştiren bir hoca; Yunus Emre ise yalnızca bir dervişti.
Burada anlayamadığımız şuydu:
Benlik ortadan kalkınca, insan bir tür içsel doruğa, yani manevî nirvanaya ulaşabiliyordu.
"Ben bilmem" diye diye, koskoca âlimleri kapısına dizmişti mübarek; alametler göstermişti.
Farkında olmadan ruhu doymuştu aslında, çünkü kibir onu terk etmek zorunda kalmıştı.
Şimdi ise çağımızın en büyük belası: kibir...
Öyle kibirli, öyle vakur haldeyiz ki; artık kendimizden başkasını göremez olduk.
Yunus’un aksine, "Ben bilirim" diye gezer olduk.
Haliyle ona olanın tam tersi oldu bize de.
Kibrimiz ruhumuzu ele geçirdi.
Şimdiyse biz, biz değiliz.
Tüm dünya, kibrin vücut bulmuş haliyle dolup taşıyor.
Herkes sadece kendini düşünüyor ve dünya çürüyor...
Çünkü aslında biz çürüyoruz; ruhumuz ölüyor.
Her taraf çürüklerle dolu; leş gibi kokular bu yüzden.
Herkes bencil, kendini beğenmiş, "ben" diye geziyor ortalıkta.
Herkes en üste çıkmak, görünür olmak, "ben" demek için birbirinin üzerine basıyor.
En büyük kötülükleri bile kendine mubah görüyor, hiç gocunmadan.
Artık herkes herkesten her şeyi beklediği için yaşamak çok daha zor.
İnsan olmak zor...