“Coğrafya kaderdir” diyorlar.
Peki, coğrafya gerçekten kader midir?
Kimin söylediği belli olmayan bu cümleyi son zamanlarda çok sık düşünür oldum… Aslında hepimiz öyleyiz.
Ne kadar fark ettiniz bilmiyorum ama, artık neredeyse her olayda, her durumda bu söz tekrar edilir oldu.
Nereye baksak karşımıza çıkıyor.
Başlarda bu cümleye oldukça gıcık oluyordum—aslında hâlâ da oluyorum.
Ama galiba artık içimde bir yerlerde “Acaba?” demeye başladım.
Kızmaktan çok, hüzün vermeye başladı bana. Belki de bu yüzden kabullenmek istemiyorum; gerçeklik payını kabul etmek ağır geliyor.
Ama yine de… Var gibi duruyor.
Malum, yılbaşı kapıda… Her yer—önüm, arkam, sağım, solum—yılbaşı temasıyla doldu. Bizim bayramımız değil ama artık dünya o kadar iç içe ki, kutlamayanlar azınlıkta kaldı. Bundan hemen önce Cadılar Bayramı vardı; son yıllarda onu da her yerde görmeye alıştık, yadırgamıyoruz bile. Az kaldı, yılbaşı gibi onu da tamamen kanıksayacağız.
Buralar böyleyken Hristiyan dünyası zaten rengârenk; e adamların bayramı, olacak o kadar. Bir kutlama bitiyor, diğeri başlıyor; maşallah bahane bol.
Londra’da yaşayan bir Türk’ü takip ediyorum. Mahalleleri yılbaşı hazırlığı olarak süslemeleri bitirmiş. Akşamına bütün millet soluğu sokakta almış. Bizimkiler de meraktan inmiş bakmaya. Diyor ki: “En son mahallenin nalburu önüne set kurup DJ olmuştu, liseliler de konser veriyordu. Halbuki yılbaşına daha var; bu neyin kutlaması, neyin sevinci?”
Aldıkları cevap ise daha da enteresanmış:
“Süslemelerin tamamlanmasını kutluyoruz…”
Önce bir güldüm; “İşiniz mi yok, canınız mı sıkılıyor?” diye düşündüm.
Sonra bir hüzün çöktü içime…
Evet, işleri yoktu.
Evet, canları sıkılıyordu.
Evet, boşluktan artık neyi kutlayacaklarını şaşırmışlardı. Cadılar Bayramı’nı kutladılar, süslemeleri kaldırdılar; ara vermeden Şükran Günü’ne girdiler. O biter, yılbaşı başlar… Bakın, ben bile tüm döngüye ne kadar hâkim olmuşum.
Adamların maddi zorluğu yok, dertlenecekleri bir dertleri yok, uğraşacakları bir telaşları yok. “Neyi kutlasak da eğlensek?” diye bakıyorlar sadece.
Bir de bizim uğraştığımız şeylere bakın…
Bu açıdan düşününce içim daha çok sıkıldı. Bizim dertten başımızı kaşıyacak zamanımız yok. Maddi sıkıntıdan önümüzü göremiyoruz. Gelen dert bir daha gitmiyor; dertler derya olmuş, biz ise içinde çırpınan bir sandal… Bizim kutlama yapmaya bile vaktimiz yok.
Ama bir yönden birbirimize benziyoruz: İkimizin de bir şeylere zamanı yok.
Biz dertten başımızı kaldıramıyoruz; onlar eğlenceden…
Oysa öyle bir memleketimiz var ki… Aslında gerçek yaşamın ne olduğunu bu topraklarda görür, hatta hakkını vererek yaşarsın. Düşününce Suriye, Mısır, Filistin… Kısacası tüm Ortadoğu. Hepsi ama hepsi öyle güzel, öyle zengin topraklar ki; her yerinden bereket akıyor. Ama gel gör ki… İşte hayat.
Gerçi burada da hayatı İngilizler gibi yaşasaydık, buralar da cennetten bir bahçe gibi olurdu herhalde.
Ama işte… Burası dünya.
Birinin varsa, diğerinin yok.