Olimpos'da Phaselis'de koskoca bir tarihin ve doğal bir harikanın içinde, mest olmuş bir şekilde dolaşıyoruz. Her yer insan seli... Burası bir tatil beldesi ve tabii ki yaz mevsimi.
Öyle bir kalabalık var ki, hem yoğun hem de oldukça çeşitli. Şimdiye kadar bu kadar karışık bir topluluğun içinde bulunmamıştım.
İlk başta tabii ki doğal güzelliklerin büyüsüne kapılıyor insan. Hangi birine şükredeceğini bilemeyerek dolaşıyorsun aralarında.
Sonra, bilmem kaç yüzyıl önceki insanların estetik anlayışına hayran kalıyorsun; bir şaşkınlıktan ötekine sürükleniyorsun.
Hem Yaradan’a hem de O’nun yarattıklarına, yüzünde kocaman bir gülümseme ve hayranlıkla bakıyorsun.
Buraya kadar her şey öyle güzel, öyle büyüleyici ki... Hiçbir şey, hiçbir aksilik, hiçbir abeslik gözüme batmıyor.
İnsan, yaratılmış güzelliğin içinde onu şekillendiren yapıların arasında mest olmuş bir şekilde süzülüyor.
Gezilecek yerleri gezdik, her taşın ardını önünü inceledik, her metrekaresine bastık. Her adımda derin nefesler aldık.
Tam “artık yeter” derken ben çevremi daha farklı incelemeye başladım.
Oluk oluk insan akıyor etrafımdan; her renkten, her çeşit insan.
Sonra fark ettim ki çoğunu ayırt edemiyorum. Türk sanıyorum. Öyle benziyoruz ki... Ama yanımdan geçerken konuşmalarından anlıyorum: Turistler.
Bir ara dar bir yoldan neredeyse tek sıra halinde yürüyoruz. Önümüzde kalabalık bir aile var.
Çocuklar etrafta dolaşıyor, anne-kız olduğu belli olan iki kadın önümde yürüyor.
Genç olan uzun bir kapri giymiş, bol bir tişört, saçları basitçe toplanmış, kulağında küçük bir küpe… Yani gayet sade ve doğal bir görüntüsü var.
Annesi de diz altı bir elbise giymiş; aynı mütevazılık onda da mevcut.
Ben arkadan onları incelerken eşim yanıma geldi.
“Haydi gel, iddiaya girelim; bunlar buralı değil, turistler. Kıyafetlerinden belli. Uzun şort giymiş, bol tişört geçirmiş üstüne. Annesi de uzun elbise giymiş. Süslü değiller.” dedim.
Baktı: “İddiaya gerek yok, bence de turistler.” dedi.
Biz bunları konuşurken genç kadın çocuklarına seslendi. Evet, turist çıktılar.
“Bak, bildim!” diyerek gülümsedim. Ama sonra bir anlık dehşet yaşadım. Kurduğum cümleyi düşündüm ve istemsizce etrafa bakındım.
Sonra bir anda dank etti:
“Peki, tam tersi olması gerekmez miydi?”
Eşim de o anda fark etti durumu:
“Değil mi?,” dedi, “biz kendimiz için kurmalıydık o cümleleri...”
Abartmıyorum; o gün kaç turist gördüğümü hatırlamıyorum. Yer gök insan doluydu.
Ve burası Antalya. Hava dayanılmaz derecede sıcak. Ama inanın hiçbirinde aşırı bir çıplaklık yoktu.
O aşırılıklar hep bizimkilerdeydi.
Ben bu cümleyi kurmadan önce buna bile dikkat etmemiştim. Çünkü artık o kadar normalleşti ki…
Kanıksamışız. Umursamıyoruz bile.
Bir fark daha dikkatimi çekti:
Turistler kesinlikle denizde yüzdükleri haliyle dolaşmıyorlardı etrafta. Hep giyiniklerdi.
Üstelik onların “giyinik” halleri, bizim şehir merkezlerinde bile göremediğimiz ölçüde sade ve ölçülüydü.
Bizimkiler inadına aşırı açıklıkta, süslülükte…
O sıcakta bile tam makyajlı, abartılı takılarla, boş bir yerleri kalmamacasına süslenmişti çoğu.
Gerçekten bir uçurum var aramızda.
Ben bu kadar net bir farkı kendi gözlerimle görünce ne düşüneceğimi şaşırdım.
Dünya gerçekten garip bir yöne doğru gidiyor.
Ya biz, ya onlar bir yerlerde çok büyük yanlışlar yapıyoruz.
Acayip bir karmaşanın, kafa karışıklığının tam ortasındayız insanlık olarak…