Hava Durumu

Bir tarihçinin gözünden hayırsız ada katliamı

Yazının Giriş Tarihi: 22.01.2022 06:30
Yazının Güncellenme Tarihi: 21.01.2022 04:41

Tarih boyunca İstanbul şehrinin bir parçası olmuş olan köpekler özellikle Osmanlılar döneminde ayrıcalıklı bir yere sahip oldular. İstanbul’un sokaklarında mahallelerinde serbestçe dolaşan köpekler yabancı seyyah ve gözlemcilerin de ilgisini çekmiş o dönemlerdeki İstanbul kart postallarının olmazsa olmazı gibi bir yer edinmişti.

İstanbul halkının hayvan sevgisi ve köpeklere gösterdiği özen 1909 yılında Avrupa’da yayınlamış bir kitapta şöyle ifade ediliyordu:

Köpeklerin en çok sevildiği ülke hangisidir? Türkiye. Orada onların hepsine uygun olup olmadığına bak­maksızın yemek veriliyor. Hamile dişi sokak köpeklerine doğum yap­maları için evlerin önünde ot veya samandan yatacak yer hazırlanıyor. Camiden çıkıldığında, onlara özel olarak yapılmış peksimet dağıtılıyor. İstanbul'da kendilerini barındırma hakları meşhurdur.

“Bu kentin sokak köpeklerinin nüfusu 60 bin kadar­dır. Küçük aşiretlere bölünmüşler; bu aşiretlerin her birinin bir soka­ğı veya bir mahallesi bulunuyor ve oradan çıkmadıkları gibi kimseyi de sokmuyorlar, böylece her köpek aynı mahallede doğup, büyüyüp ölür. Lüksün ve zarafetin merkezi olan Pera Caddesi'nin orta yerinde bu köpekleri caddenin veya kaldırı­mın ortasında yayılmış bulursunuz. Kırların ortasındaki kadar rahat bir şekilde gelen geçeni umursamıyor­lar. Daha doğrusu kendi evlerinde olan onlar; size de onların rahatını bozmamak düşüyor."

19.yy’ın tanınmış seyyahlarından Edmond De Amicis ise İstanbul’un köpekleri ile ilgili olarak şu ifadeleri kullanıyordu: “İstanbul kocaman bir köpek harasıdır; şehre varı varmaz herkes bunu görür. Köpekler,şehrin ikinci nüfusunu oluştururlar ve her ne kadar sayıları birincisinden az ise de ilgi çekicilikte ondan geri kalmazlar!.. Onlar kocaman bir bedavacılar cumhuriyetinde bir araya gelmiş durumdadır, ne tasmaları, ne sahipleri, ne kulübeleri ne evleri ne de kanunları vardır. Bütün hayatları sokaklarda geçer. Orada kendilerine küçük yuvalar kazarlar, karınlarını doyurup uyurlar, doğarlar, yavrularını beslerler ve ölürler ve hiç kimse, hiç olmazsa Stambul’da-işlerine veyahut istirahatlarına en ufak bir şekilde karışmaz.”

1800’lü yıllarda sayıları 60 bini bulan köpekler şehrin bir parçası olarak kabul edilmekteydi. Köpekler İstanbul halkı tarafından sevilirdi ve beslenmeleri halk tarafından karşılanırdı. Buna karşın köpeklerin şehirde güvenlik, sağlık ve temizlikle ilgili çeşitli toplumsal görevleri bulunmaktaydı. İstanbul’un köpekleri geceleri kendi mahallelerine gelen yabancılara ve şüpheli kimselere saldırarak bir çeşit zabıta görevi görürdü. Köpeklerin bir diğer faydası ise şehrin temizliği ile ilgiliydi. Kapı ve pencerelerden atılan yemek artıklarını yiyip bitirmeleriyle bu işlevi yerine getiriyorlardı. Böylece çöp sorununun tam olarak çözülemediği şehirde köpekler çöp sorununa da çözüyorlardı. Bu şekilde şehrin sağlığına da katkı da bulunuyorlardı.

Osmanlı klasik döneminde şehrin bir öğesi kabul edilen ve önemli bir işlev gören köpeklere bakış açısı modernleşmeyle beraber değişmeye başladı. Şehir hayatının canlanması ile mahallelerin özerkliğinin, mekânsal sınırların ortadan kalkması mahalleler arasındaki geçişlerin hızlanması İstanbul köpeklerinin bir sorun olarak görülmesine yol açacaktı. Halk için olmasa da yöneticiler için köpekler artık şehirden sürülmesi gereken istenmeyen hayvanlar olarak görülmeye başlandı.

İstanbul’u Sokak köpeklerinden temizlemek için ilk teşebbüs Sultan II. Mahmut’tan geldi. Vapurlara toplanan köpekler Hayırsız Adaya sürüldüler. Ancak çıkan ani bir fırtına sonucunda vapur geldiği sahile geri dönmek zorunda kaldı. İstanbul halkı da köpeklerin sürgün edilmesine karşıydı. Padişaha yapılan başvuruların sonunda bu karardan kesin olarak dönüldü.

Böylelikle İstanbul köpeklerinin sürülmesi ile ilgili olarak diğer teşebbüs de Sultan Abdülaziz döneminde yaşandı. Köpekler toplanarak gemilerle yine Hayırsız Adaya gönderildi. Ancak bir süre sonra İstanbul’un çeşitli semtlerinde çıkan yangınlar köpeklerine bağlı halkın bir intikamı olarak değerlendirildi ve ikinci bir emirle köpekler tekrar şehre getirildiler.

II. Abdülhamit döneminde ise köpekler en rahat dönemlerinden birini yaşadılar. Padişah köpeklerle uğraşmak yerine kuduz hastalığı ile mücadele için dünyanın üçüncü Kuduz Enstitüsünü İstanbul’da kurdurdu. Ancak İstanbul köpeklerinin bu rahat dönemi Meşrutiyetin ilanı ve yönetimde yaşanan değişikliklerle sona erdi. Talat Paşa’nın Dâhiliye Nazırı, Suphi Bey’in İstanbul Şehremini olduğu 1910 yılında İstanbul köpekleri için kesin bir sürgün kararı alındı. Bu kararda şehirleşmeyle beraber köpeklerin bir sorun olarak çıkması kadar İttihat ve Terakkinin “daha Avrupalı görünme kaygısı” da etkili oldu. Yüzyıllardır İstanbulluların sevdiği, beslediği, mahallelerde sokaklarda sosyal hayatın içinde önemli bir figür olan köpekler birkaç gün içinde toplandı, kafeslerle tıkıldı, mavnalara yüklenerek Hayırsız Adaya götürüldüler. 

Marmara denizinin İstanbul’a yakın tarafında bulunan Hayırsız Ada sadece bir kayaydı. Üzerinde dikili bir ağaç yoktu, hayvanların yiyecek bulabilecekleri büyük bir ada değildi. İstanbul’dan toplanan 80 bin köpek bu adaya bırakılarak ölüme terk edildi. Adaya bırakılan köpekler bir süre sonra açlıktan birbirlerini parçalamaya başladılar. O günlerde onların acı sesleri ve ulumaları İstanbul sahillerine kadar ulaşmaktaydı. Bir süre sonra ise sesler kesildi. Çünkü açlığa ve susuzluğa dayanamayarak öldüler. Köpeklerin çığlıklarını duyan İstanbul halkının, bu sesleri ölene kadar unutmadıkları rivayet edilir.

Adadaki köpeklerin durumunu bizzat gözlemleyen Fransız bir gazeteci ise gördüğü manzarayı şöyle tasvir ediyordu:

"Dayanılmaz derece sıcak vardı. Etkisinden kurtulmak için kabinime çekildim. Vapur durmuştu. Biraz kestirmiştim. Hemen kalktım. Acele merdivenleri çıkarak güverteye kendimi attım: Küme küme köpek cesetleri ve etrafa yayılan çok fena bir koku…

Bir mil uzakta ağaçtan, bitkiden oluşmuş yalçın bir kayadan ibaret olan ada gözüküyordu..Yalçın kayanın üstünde köpekler karınca gibi kaynıyor… Köpeklerin en büyük kısmı sahili takip eden kayalık üzerinde toplanmıştı. Pek çokları güneş hararetinden kavrulmuş, serinlemek için var güçleriyle suda yüzüyorlar, son takatlerine kadar suda kalmak istiyorlar. Ötede beride görülen cesetlerin etrafında dolaşarak, çabalayarak bir parça et koparmaya çalışıyorlar... Karadaki diğer kısmı ufak bir gölge bulabilmek için taş kovuklarına sığınmak üzere delik, deşik arıyorlar... Diğer bir kısmı ise adeta delirmiş gibi oraya buraya koşuyorlar, sürekli kendi etraflarında dönüyorlar... Seslerini şimdi tam olarak duyuyorduk. İşittiğimiz bu feryatlar köpek havlaması değil adeta insan feryadı idi.

Kaptan geminin düdüğünü çaldırdı. Zavallı hayvanlar bir yardım sesi duymuş gibi heyecanlandılar. Bu sese hayvanların nasıl yalvarırcasına cevap verdiklerini size anlatamam. Bilmem göz önüne getirebiliyor musunuz? Feryat ve inilti saçan bir yalçın kaya. Bir yanardağ ki ateş yerine feryat, duman yerine cesetler saçıyor. Bu kızgın zemin üzerinde su, yiyecek için ağızları açık köpekler...

Etrafında martıların uçuştuğu cesetler kısım kısım denizde lekeler oluşturuyor. Vapur hareket etti. Zavallı köpekler yine bizleri son bir ümit ile takibe çalışarak çırpınıyorlar. Hiçbir şeyden habersiz geminin dalgaları onları büsbütün batırıyor, boğuyor, öldürüyordu. Ne karada ne denizde ölümden başka onlara el uzatan yoktu. Uzaktan bir römorkör’ün adaya doğru geldiğini gördük. Arkasında iki mavna köpek dolu kafeslerle aynı adaya gidiyor. Hayırsız Ada'nın aç sakinlerine İstanbul'dan taze köpek getiriyorlardı. Biz uzaklaştık. Marmara'nın yüzü üzerinde siyah bir nokta halinde kalan bu müthiş manzaralı adadan bakışlarımızı ayıramıyorduk...”

İşte tüm yönleriyle Hayırsız Ada Katliamı tarihte kara bir leke olarak kaldı.

Hayırsız Ada’da olanlar şimdi Türkiye’nin her yerinde yaşanıyor.

Tarih tekerrürden ibaret midir bilinmez ama hayvanlara yapılan bu zulmü Tanrı affetmez.

Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.