Cırcır böceklerine bir adım daha yaklaştığımı hissederek ilerliyorduk. Saat 04.30 gibiydi. Sessizlikte nasıl da yoğun geliyor bu sesler, sanki cırcır böceklerinin komutanı ordusuyla birlikte yolumuzu kesip: “Hey, siz nereye gidiyorsunuz, çabuk durun.” diyecek gibi...
Tedirginliğimle beraber temmuz sıcağında elimde iki hırka, kolumda plaj çantası, üçümüz ilerliyorduk. Cırcır böceklerinin sesleri haricinde ritmik terlik sesleri de eklendi bu senfoniye. Derken, elinde poşetle gelen Mehmet’i gördük. İskeleye doğru hep birlikte ilerledik. Günaydınlar havada uçuştu ama sanırım kimseye gün aymamıştı.

Tedirginliğim devam ediyordu. Uzunca bir adım atarak tek tek tekneye bindik. Dümene hemen Mehmet geçti. Duygu ön tarafa, Melike ise arka tarafta ipleri salıyordu. Kimse kimseyle konuşmuyor, hepsi yapması gerekenleri biliyordu. Ben de birden çantaları, terlikleri bir tarafa toparlarken buldum kendimi. Sanki bir şeyler uçuşacak gibi geldi.
Derken hepsi hırkalarını giydi. “Bu sıcakta neden giyindiler ki?” derken hareket etmeye başladık. Mehmet, Duygu’ya sesleniyor, bir yandan Melike’ye komut veriyordu. Ben de sandalyeye sımsıkı bir şekilde tutunurken buldum kendimi. Yavaş yavaş iskeleden uzaklaşıyorduk. İskelede bulunan ışıkların denize vurduğunu ve bunların yavaşça uzayıp kaybolmasına odaklandım. Denizin zifiri karanlığına, boşluğa doğru ilerliyorduk.
Derken hava birden soğudu. İskeledeki o bunaltıcı sıcağın yerine tatlı bir esinti eşlik etti. Hemen hırkamı giydim. Tecrübeli olanlar önceden önlemi almıştı.

Mehmet, üniversite tercihlerini yaparken babasının istediği, onun memnun olacağı bölümü tercih etmişti. İkinci sınıfı bitirdikten sonra okulunu dondurmuştu. Babasıyla o günden beri de arası pek iyi değildi. İstediği bölümü babasına söylemeye cesaret edemiyor, belirsizlikle bir türlü yol bulamıyordu.
Duygu’nun da Mehmet’ten pek farkı yoktu. Nasıl yol alacağını bilemiyordu. Hiç hesapta yokken aniden işten ayrılışının şokundan çıkamamıştı. İş arayacak olmanın tedirginliği ve kocaman bir belirsizliğin ortasında bulunduğunun farkındaydı.
Melike ise üzerinde çalıştığı tiyatro oyununun içine sinmeyen haliyle baş başaydı. Eylülde provaların başlayacak olması geldi birden aklına. Asistan bile bulamamıştı henüz kendine. Belirsizlik, kaygılarını daha çok tetiklemişti.
Tekne zifiri karanlığa doğru ilerlerken Duygu, Melike ve Mehmet de kendi karanlıklarıyla baş başaydılar. Duygu ve Melike yanıma gelmişti. Motorun rahatsız edici yüksek sesi azalmıştı. Deniz açılan bir fermuar gibiydi...
Tekneden sağa ve sola dalgalanan su sesleri öyle güzel geldi ki kulağıma...
Tedirginliğim yavaş yavaş geçerken merakım devreye giriyordu. Derken durduk. Zincirlerin acelesi tavrıyla çapa denizin dibine doğru yol aldı.
Mehmet yanımıza geldi. “Ön tarafa geçelim, daha güzel gözükür.” dedikten sonra hepimiz ön tarafa doğru ilerledik. Serinliği hissedebiliyordum. Ara ara gelen tatlı bir esinti, zifiri karanlık, sessizlik ve gökyüzünde bir sürü yıldız... İlk defa yaşıyorum bu anı. Ne tarifsiz bir his. Hepimiz arkamıza yaslandık, sadece ortama odaklandık.
Derken gökyüzü biraz biraz renk değiştirmeye, renkler daha açılmaya, belirgin olmaya başladı. Güneş yaklaştıkça gökyüzü daha da renk değiştiriyordu. Aydınlık olmuştu derken güneş bütün ihtişamıyla belirmeye başladı. Deniz ve gökyüzü renk şöleni yaşatıyordu bize. Sadece bakıyordum. Geçip gideceğinin hüznü, ilk defa yaşıyor olmanın sevinci...

Gülerken bir damla gözyaşının yanaklardan süzülmesi gibi... Onlar yan yana oturmuşlardı. Ben biraz daha dışarıda kalıyor gibiydim ama dışarıdan ayrı gibi durmuyordum. Onlara baktım, hepsi de tebessüm ediyor ve içsel huzurları da yerinde gibiydi. Zamanla demlenen dostluklar... Ne kadar da teslimler birbirlerine.
Güneş yavaş yavaş ısıtmaya başlamıştı. Üzerimizdeki hırkaları çıkardık. Her şey görünür olmuştu. Kaldığımız yere uzak, kıyıya ise yakındık. Mehmet birden “Ben atlıyorum denize.” dedi ve atladı. Derken Duygu merdivenden inerek, Melike de teknenin arkasından denize atladı.
“Seni bekliyoruz.” diyerek üçü de aynı anda “Atla, atla, atla!” diye bağırmaya başladılar.
Biraz homurdanarak, “Sanki her gün tekneden atlıyorum, heyecanlıyım işte.” diye diye merdivenlerden yanlarına gittim. Hep birlikte biraz yüzdük.
Mehmet çoktan tekneye çıkmış, “Kızlar, çayı demledim. Hadi gelin, kahvaltıyı hazırlayalım.” diyerek bizi tekneye çağırdı. Üzerimizi değiştirip kahvaltı hazırlamaya koyulduk. Mehmet her şeyi hazırlamıştı. Masaya taşıyordu Duygu. Melike de ortada gezen eşyaları toparlıyordu. Ben de meyveleri doğrayıp tabağı masaya bıraktım ve paha biçilemez kahvaltımız hazırdı.
Onlar kim bilir kaçıncı kez yaşıyorlardı bunları. Ne çok anılar, ne çok kavgalar biriktirmişlerdir derken Duygu ve Melike kendi dünlerini anlatmaya başladılar.

Sonra bugüne geldik. Bugünün karmaşasından, boğuculuğundan bahsetmeye başladı Mehmet. Bu belirsizlik çok yıpratmış olmalı. Labirentin içinde dönüp durduğunu, çıkamadığını fark ettim ve birden ağzımdan;
— Hiç boğulan birini kurtardın mı, Mehmet? dedim.
— Evet, kurtardım.
— Yüzmeyi bilmediği için sadece çırpındığını, halbuki çırpınmayı bıraksa... Bize ne kadar kolay geliyor yüzmeyi bildiğimiz için... Ya peki onun panik hali, korkusu, daha da batması... Sende de onu gördüm, biliyor musun? Acaba sana uzanan elleri fark edip çırpınmaktan başka bir alternatif mi denesen?
Mehmet, Duygu ve Melike’ye bakar. Melike lafa girer:
— Sana daha önce de teklif ettim. Bizimkiler konuşsunlar Ahmet amcayla, biz de olalım yanlarında. Bu belirsizlik seni yormuş, her halinden belli. Yine tekneni işlet ama gönlünden geçeni yap ve huzura er. Aslında benim de net olmayan bir projem var. “Bir şey eksik, bir şey...” derken..
— Bulana kadar rahat yok bize, der Mehmet.
— Yarın antik kente gidelim mi? diye lafa girer Duygu. Tiyatroda ilham da gelir belki sana.
Mehmet:
— Akşam üzeri 5’ten sonra gidelim, benim işim anca biter. Ayşe’ye de çocukluğumuzda oynadığımız tiyatro oyununu gösterelim.
Hemen araya girer Melike:
— Benim yazıp yönettiğim oyundan bahsediyorlar.
Hepsi kahkaha atar. Ardından yarın için sözleşirler. Sessiz, sakin koydan ara ara gülüşme sesleri geliyordur. Üçünün yaşadığı belirsizlik biraz olsun yerini umuda bırakmıştır. Kahvaltı masasını toparladılar. Derken kahveler içildi. Hepsine tatlı bir uyuklama gelmişti. “Dönüş yoluna geçiyoruz, herkes yerini alsın.” diye komut verdi Kaptan.
Dönüş yolunda her şeyin görünür olması ve etrafın net olması çok keyif verdi Ayşe’ye. İskeleye yaklaşmışlardı. İskelede tuhaf bir kalabalık vardı. Ambulans da yola gelmişti
Acaba ne oluyordu? Yavaşladı Mehmet ve iskeleye daha sakin yaklaştı. Dümene boşa alarak yandan seslendi babasına:
— Babaaa, ne oldu?
Üçü yan taraftan Ahmet Amca’ya bakakaldılar. Ahmet Amca sırılsıklam olmuş kıyafetleriyle denize atlamış gibi gözüküyordu.
— Yan taraftaki iskeleyi kullan, bu tarafa yanaşma. dedi Ahmet Amca.
Mehmet hemen dümene geçip yan taraftaki iskeleye yöneldi. Hepsi tedirgin olmuştu. Yavaşça yanaştık iskeleye. İndik tek tek. Mehmet de bizimle geldi. Hepimiz Ahmet Amca’ya doğru ilerliyorduk. Ahmet Amca’nın üzerinin ıslak olması dışında yadırganacak bir durum yoktu. Ambulans hareket edip hızlıca uzaklaştı. Biz de Ahmet Amca’nın yanına gelmiştik.
Hasan Abi’nin iki çocuğu aralarında tartışırken 6 yaşlarında küçük bir çocuğu yanlışlıkla denize düşürmüşler. Çocuk yüzmeyi biliyormuş ama panikle çırpınmaya başlamış. Derken iki çocuk da atlamış onu kurtarmak için.
— Ben de geçiyordum, çocuklar oyun mu oynuyor, boğuluyor mu derken atladım denize... Hepsi iyi ama yine de hastaneye götürdüler.
İskele, tekneye göre daha sıcaktı ama Ahmet Amca anlattıkça buz kestik hepimiz. Kimseden ses çıkmadı. Mehmet, “Gel baba, eve gidelim.” dedi ve uzaklaştılar bizden.
— Mehmet babasıyla konuşmaya cesaret edebilecek mi?
— Söz verdikleri saatte antik kentte olacaklar mı?
Yarın kaldığım yerden devam ediyor olacağım. Keyifli günler dilerim.