Bir eğitimci olarak geçtiğimiz günlerde birkaç okulun mezuniyet etkinliğine katıldım. Keşke gitmeseydim… Gözlerimle gördüm; vicdanım sızladı, yüzüm kızardı. Anaokulundan liseye kadar birçok kademede düzenlenen bu “etkinlikler”, bırakınız eğitimi yüceltmeyi, adeta bir kültürel çöküş gösterisine dönmüş durumda.
Özellikle genç kızlarımız –maalesef– adeta sahneye hazırlanmış figüranlar gibi giydirilmişti. Film ya da tiyatro galası değil, mezuniyet töreni! Ama kıyafetler; örtünmenin, haya duygusunun, edebin, ölçünün çok ötesinde. Bu manzaralar karşısında sadece ben değil, vicdan sahibi her insan utanç duymalı.
Üstelik bu durum sadece birkaç özel okul ya da “kentli” bir çevreyle sınırlı değil. Anadolu’nun muhafazakâr beldelerinde bile bir yarış başlamış: Kimin mezuniyet balosu daha gösterişli, kimin kızı daha modern(!), kimin sahnesi daha çok alkış alıyor…
Bu başıboşluk, tıpkı pazardaki kontrolsüz fiyat artışları gibi, sistemin ihmalinden doğuyor. Ama burada mesele sadece fiyat değil, nesil meselesidir. Ve bu vahim gidişe artık Millî Eğitim Bakanlığı’nın dur demesi gerekiyor.
Bir toplumun inançları, değerleri, vicdanı ve ahlakı neyle yaşar? Eğitimle. Zira eğitim, bir milletin ruh kalıbıdır. O kalıp neyi işlerse, toplum da ona göre şekillenir. Onun içindir ki; müfredat yaşatır, müfredat öldürür.
Bugün Türkiye’nin gençliği, tarihin en büyük kimlik buhranını yaşıyor.
Özgürlük adı altında serbest bırakılan, fakat aslında ruhen tutsak edilen bir nesil... Kim yaptı bunu? Sadece sokaklar mı, medya mı, sosyal medya mı? Hayır. Asıl zemin, eğitimin kendisi. Müfredat eliyle, yavaş yavaş, sessizce ama derin bir tasfiye yaşandı: Bu toprakların ruhu, eğitimden dışlandı.
Osmanlı döneminde medrese ve mektep bir aradaydı. Talebenin kalbiyle aklı birlikte inşa edilir; hem bilgi hem hikmet verilirdi. Öğrenci sadece meslek değil, aynı zamanda ahlak öğrenirdi. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde de, her ne kadar pozitivist bir yönelim olsa da, halkın manevi yapısını gözeten denge arayışları vardı. Ancak özellikle son 30-40 yılda, Avrupa fonlarının, Batı merkezli sivil toplumların ve uluslararası “eğitim reformlarının” etkisiyle, müfredatın ana damarı kesildi.
Bugün bir lise öğrencisi saatlerce biyoloji, kimya, matematik öğreniyor; ama hayatın anlamına dair bir kelime duymadan mezun oluyor. Çocuğa bedenini öğretiyoruz ama ruhunu öğretemiyoruz. Zihnini bilgiyle dolduruyoruz ama kalbini boş bırakıyoruz. Sonra da “Neden intiharlar artıyor, neden bağımlılıklar yaygınlaşıyor, neden gençler yönsüz ve amaçsız?” sorularını soruyoruz.
Aileler bu boşluğu evde doldurmaya çalışıyor ama yetmiyor. Çünkü çocuk evden çıktığı an, onu saran kültür, medya, okul ve arkadaş çevresi, evdeki terbiyeyi yavaşça siliyor. İşte bu yüzden çözüm, ancak sistemli ve devlet eliyle olursa işe yarar.
Millî Eğitim Bakanlığı bu konuda tarihî bir eşiğin tam ortasında duruyor. Artık süslü projeler, göstermelik değer eğitimi dersleri ya da haftalık ahlak kampanyalarıyla yetinemeyiz. Bu ülkenin bin yıllık tecrübesi, inancı, irfanı müfredata dönmelidir.
SOMUT ÖNERİLER Mİ?
Ortaöğretimde “Ahlak ve Medeniyet” dersi zorunlu hâle gelmelidir. Bu ders, sadece kuru ahlakî öğütler değil; Mevlânâ’dan İbn Haldun’a, Hacı Bektaş-ı Veli’den Nursî’ye kadar değer dünyamızı şekillendiren şahsiyetleri tanıtmalıdır.
Kültür ve inanç temelli seçmeli dersler daha cazip, daha içerikli ve yönlendirici biçimde sunulmalıdır.
Eğitim fakültelerinde ahlak, maneviyat ve millî kültür bilinci yeniden öğretmen formasyonunun temel taşı olmalıdır.
Ve nihayet, eğitim politikaları uluslararası fonlara değil, bu milletin tarihî hafızasına ve manevî mirasına dayanmalıdır.
Eğitim bir tohumdur. Ne ekerseniz, onu biçersiniz. Bugün ahlakî çöküntüden şikâyet ediyorsak, geçmişte neyin eksik veya yanlış ekildiğine bakmalıyız. Ve şunu unutmamalıyız: Müfredat bir ülkenin kaderidir.
Ya çocuklarımızı yaşatacak bir müfredat inşa ederiz…
Ya da evlerimizde yaktığımız kandillerin dışarıda söndüğünü, çaresizce seyrederiz...
Not: MEB, artık 1949 tarihli Fulbright Anlaşması’nı masaya yatırmalıdır.