“Zaman, en büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz edilmez”. Bu bir temel prensiptir. Bu prensibi ölçü alanlar, hadiseler ve olayların gereksiz stres, gerilim ve bunalımlarından kurtulup, yanlışa sapmaz, huzura kavuşurlar. Bilhassa imani ve itikadi konularda bu ölçü en şaşmaz pusuladır.
Hakkı bâtıldan ayırmak zor iştir. Peygamber efendimiz, “Allahümme erinel hakka hakkan ve erinel bâtıla bâtılan”, diye dua ederdi. (Yâ Rabbi, hakkı hak olarak gösterip, ona uymayı; bâtılı bâtıl olarak gösterip, ondan kaçınmayı bana nasip eyle!) demektir.
“İnsan fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. Bazen batıl eline gelir; hak zannederek koynunda saklar. Hakikati kazarken, ararken, ihtiyarsız olarak dalâlet başına düşer; hakikat zannederek kafasına giydiriyor”.(RN)
Bu arayışlar mezara kadar sürer. Çünkü, bu dünyada, imtihanın muktezası olarak;hayır ile şer, hak ile batıl, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin, sıdk ile kizb beraber hatta yan yana ve iç içe bulunabiliyor. İnsan da dikkatini hakka teksif ettiği için, batıl dikkatten kaçıp onun gönül ve fikir alemine sızabiliyor. böylece fikir ve gönlüne giren şeyleri hakk zannedip sıkı sıkıya sarılıyor. Şayet fikri dikkatini, tarafsız bir nazarla yöneltse, onun hakk değil, batıl olduğunu görecektir. Burada dikkat çekici bir husus daha var:
Ara sıra muhalifinin gözlüğünü de takabilmelidir. Böyle bir olgunluğa, erdeme, insafa sahip olmalıdır kişi. Yani farklı nazariyelerden bakabilecektir (At gözlüğü ile olaylara bakan kişi suret-i kat’iyede “aydın” olamaz). Ve ulaştığı netice rakibinin/muhalifinin ileri sürdüğü bir argüman olduğunu şayet görse; buna taraf olmak, savuna bilmek, ancak mükerrem ve kamil insanların özelliğidir. Daha doğrusu hakiki aydın kişiler olayları, hadiseleri bu zaviyeden değerlendirir ve kimin elinde olursa olsun ona sahip çıkarlar.Belki Türk aydınları ile batılı aydınlar arasında en temel fark budur.
Bugün batı medeniyetini ve demokrasisini ağızlarından düşürmeyen Türk aydın sınıfı maalesef bu imtihanı kaybetmiştir. Tek bir ideoloji (kamalizm) üzerine kurulan bir rejim, tam bir asrı doldurmuştur.
Ülkenin 2. Yüzyıl, yol haritasını ortaya koyanlar ve kendilerine aydın/medeni diyen (ülkeye hakim) gurup, hala bir asır önce ellerine tutuşturulan MİT'lerle ve hikayelerle, sloganlarla yol alıyor ve bunda bir tuhaflık da göremiyorlar.
Tabi ki bu resmi/ideolojik sloganların maddi bir getirisi olduğundan; aydın, çağdaş, batılı güruh, böyle bir bal- kaymaktan olmayı göze alamıyor. Bir asker yürüyüşü gibi “uygun adımlarla” yürümeye devam ediyorlar. Oysa ki; kendilerine güya hedef tayin ettikleri batı medeniyet tarihine baksalardı; Avrupa'yı bugünkü seviyeye çıkaran ana motoru olan aydınların nasıl bir mücadele verdiklerini görmüş olurlardı. Demek ki kendine aydın demekle aydın olunmuyor.
Batı aydınında kendi milleti için, mutlak bir fedakarlık ve feragat vardır. Bu aydın gurup, evvela şahsi istek, arzu ve menfaatlerini iterek, gelecek nesil için, her mehaliki, her tehlikeyi göze alıp, adeta destansı bir mücahade ve mücadele savaşını vermişler; ve nihayet aristokrasi ve burjuvazi zincirlerini kırmaya vesile olmuşlardır. Kendileri de büyük bir eziyet ve sıkıntıya düçar olmuşlar; lakin çocuklarına farklı bir dünya sunmuşlardır. Meraklısı için Alev Alatlı’nın “Batıya yön veren metinler” adlı 4 ciltlik eseri tavsiye ediyorum. Eminim ki “çoğu aydınlarımızın” bundan haberi yoktur; zira bizimkiler hala marşlarla,uygun adım yürüyüşlerine devam ediyorlar.
Şimdi şu eline meş’aleler tutturulmuş çocuk akıllı aydınlarımıza bir bakalım; bir de ortaçağ/yeniçağ vahşi boğuşmalarından, serseri isyanlarından, kuvvetin, gücün ve derebeyliğin yegane hakim olduğu vadilerden ülkesini ve geleceğini kurtarmış batılı aydınlara bi bakalım.
Size soruyorum; hakikaten kendilerini bir müsamereye kaptırmış, şu çocuk akıllı dalkavuklara siz “aydın” der misiniz? Yoksa Cemil Meriç’in ifadesiyle bunlara “karanlık aydınlar” desek yeri değil mi?