Fecr-i Sâdıkın Ayak Sesleri
Kâbe’de tavaf eden milyonların oluşturduğu o insan denizi, yalnızca bir ibadet tablosu değil; aynı zamanda İslam ümmetinin nabzıdır. Her dilde, her renkte, her milletten insanın kalbi aynı yöne dönmüş: Kıbleye… Fakat bu birliktelik içinde dikkat çeken bir şey var: Hemen her Müslümanın dilinde Türkiye’nin adı geçiyor.
Nereli olursa olsun, tanıştığım her kardeşin gözlerinde aynı ışıltı beliriyor:
“Turkey… Erdoğan… Reisü’l-İslam…”
Bu ifadeler, siyasî bir figürün ötesinde, İslam dünyasının kalbinde filizlenen bir umudun tercümesidir. Asırlardır dağılmış, paramparça edilmiş bir ümmetin gözünde Türkiye yeniden bir mihver ülke, bir kıble merkezi olarak beliriyor.
Suudi yetkililer ve güvenlik görevlilerinde dahi bu sıcak yaklaşımı, bu saygılı tavrı açıkça görmek mümkün. Artık Türkiye yalnızca bir ülke değil; ümmetin gönlünde “dirilişin sembolü” haline geliyor.
Belki de bu tablo, tarihin bize yeniden yüklediği bir sorumluluğun işaretidir. Çünkü coğrafya, kaderdir; ve bu kader, her dönemde Türk milletine bir mihver rol biçmiştir. Osmanlı, bu ümmeti adaletle bir arada tutan son büyük sancaktı. Bugün ise o sancağın gölgesi, gönüllerde yeniden dalgalanıyor.
İslam dünyası, yüzyıllardır özlediği ittihad-ı İslam fikrine mecbur kalıyor. Küresel sistemin baskısı, siyasi sömürü, ekonomik bağımlılık, ahlakî çürüme… Bütün bunlar, Müslüman milletleri yeniden birlikte düşünmeye zorluyor.
Ve bu noktada gözler, istemeden de olsa Türkiye’ye çevriliyor. Çünkü ümmetin tarih kodlarında “diriliş” denince, o dirilişi temsil edecek tek ülke olarak Türkiye yazılıdır.
Bediüzzaman Said Nursî’nin “İstikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslam’ın sadası olacaktır” müjdesi, belki de tam bu dönem için söylenmişti.
Zira bu ümmetin fecr-i sâdıkı, Anadolu ufkundan doğacak gibi görünüyor.
O hâlde mesele sadece siyasî değil, aynı zamanda ilahi bir emanet meselesidir.
Türkiye bu yükü taşımak zorundadır; çünkü tarih, coğrafya ve iman bunu emrediyor.