Türkiye’nin ciğerleri birden yanmaya başladı. Ormanlarımız, dağlarımız, köylerimiz… toprağın altında ne varsa üstüne fırladı. Gökyüzü duman, yeryüzü feryatla doldu. Yangın, sadece ağaçları değil; vicdanlarımızı da kül etti. Sanki göklerde yazılmış bir karar, yeryüzüne infaz ediliyor.
Peki bu hâlin bize söylediği hiçbir şey yok mu?
Biz hâlâ sırf meteorolojik sebepler, kundaklamalar, ihmaller diyerek meseleyi geçiştirecek miyiz? Yoksa bu felaketlerin, Kur’an-ı Kerîm’in defalarca haber verdiği "ilahi ikazlar zincirine" dahil olabileceğini de düşünmeye cesaret edecek miyiz?
Bakınız, Kur’ân’da anlatılan kavimlerin başına gelen musibetlerin çoğu ani idi. Tıpkı bizim gibi bir sabaha uyandıklarında her şeylerini kaybetmişlerdi. Sadece maddi değil, manevi değerleri de yanmıştı. Çünkü ahlakları çökmüş, hayasızlık marifet sayılmış, hak ve hukuk ise zayıfların sırtına yük edilmişti.
Bugünün insanı da aynı yolu yürüyor. Hatta belki daha beteri: günahlar ekranlardan meşrulaştırılıyor, iffetsizlik sanat, israf hayat standardı, kibir ise özgüven sanılıyor.
Ancak bir husus daha var ki en az ahlaksızlık kadar tehlikelidir:
Suskunluk.
Evet, bu günahları işleyenler belki bir avuç, ama onların karşısında korkudan ya da vurdumduymazlıktan sessiz kalan büyük bir kalabalık var. Bu azgın azınlığın yaptıkları karşısında sesini çıkarmayan, "bana ne" diyerek köşesine çekilen, tepkisini gösteremeyen milyonlar... İşte bu tavır, toplumu topyekûn cezaya müstahak hale getiriyor.
Risale-i Nur’da bu hâl şöyle tasvir edilir:
“Bir cemiyette, bir kısım insanlar günah işler; sairler de razı olur. O cemiyet umumî musibete maruz kalır.” (Kastamonu Lâhikası)
Yani bir günahı alenen işleyen kadar, ona göz yuman da mesuldür. Çünkü sessiz kalanlar, o günahın toplumda kök salmasına zemin hazırlamış olur. Günah büyür, alışılır, kanıksanır ve meşrulaşır. Artık sadece yapanlar değil, sustukları için kabullenmiş olanlar da sorumludur.
Bu yüzden bugün sadece ormanlar değil;
Hakikat yanıyor, haya yanıyor, huzur yanıyor.
Ve hâlâ "mesaj"ı okumamakta direniyoruz.
Kur’an’da anlatılan kıssalar sadece geçmişe değil, bugüne de bakar.
Ve sanki 300 yıl sonra yazılacak bir tarih kitabında şu cümle yer alacak:
“Türkiye isimli bir ülkede bir dönem gelmişti ki, azgın bir azınlık değerleri ayaklar altına alırken, büyük çoğunluk sessiz kalmıştı. Ardından hastalıklar, kuraklıklar, seller ve yangınlar arka arkaya geldi. Ama onlar anlamamakta ısrar ettiler. Tıpkı kendilerinden önceki kavimler gibi...”
Ey bu toprakların evladı!
Artık uyanma vaktidir.
Çünkü bu sadece bir iklim meselesi değil;
Bu bir “kalp iklimi” meselesidir.
Kalplerimizin nemi gittiği için toprağımız kurudu.
Merhamet azaldığı için rahmet kesildi.
Hayasızlık çoğaldığı için haya örtümüz yandı.
Ve şimdi sıra, gözyaşlarımıza geldi.
O hâlde bu musibetler içinde bir rahmet saklıdır.
Yeter ki okuyalım, anlayalım ve tövbe edelim.
Zira Kur’an şöyle der:
“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Ama) Allah çoğunu affeder.” (Şûrâ, 30)
Evet, Allah çoğunu affeder.
Ama biz kendimizi affetmedikçe, bu gidişin sonu hayır değildir.
SON SÖZ
Herkes, sorumlu olduğu "dairesi" nisbetinde sorumludur; bilhassa "bugünkü hükümet..".
Recai Albay.