Bazen insanın hakkı bilmesi, kabul etmesi için yeterli olmuyor. Red etmek başka sebeplere bakar. Zira insanda “aklın, kalbin ve vicdanın” dışında sayılamayacak kadar çağlayan duygular, latifeler, heva ve heveslerhâkimdirler.
İbni Arabi’ye göre;”İnsanda“akıl ve aklın sınıfına” giren (kuvve-i akliye) duygular ile “heva-his ve hevesler” dediğimiz (kuvve-i vehime) duygular ve latifeler vardır. İşte her bir kuvvet kendisinden efdal olan başka bir kuvveti görmez ve kabul etmez. Bu kuvvetler insan aleminde saltanat dava ederler. Biri diğerine boyun eğmez, itaat etmez. İşte o insanda eğer, kuvve-i vehime dediğimiz hisler galip gelirse; artık o kişi aklından ziyade hisleri ile hareket eder”, diyor. Ve çok çok önemli bir tespitte bulunuyor.
Buradan, bazı insanların neden bazı hakikatleri kabul etmediklerinin nedenini bir nebzecik olsun anlamış oluyoruz. Bu kişilerde akıl ve vicdan; his ve heveslerin boyunduruğu ve tahakkümü altına girmiştir. Siz artık akla ve vicdana müstenit ne kadar kanıt ve bilgi ortaya koyarsanız koyunuz; bu kişiler bunu kabul etmezler, inkar ve red ederler.
Peygamberlikten önce hep bir arada yaşayan arap müşrikleri ve özellikle peygamberin davetine karşı çıkan Kureyş kabilesinin, Hz. Muhammed’in doğruluğunda hiç şüphe etmedikleri muhakkaktı. Bir arada bulundukları o uzun müddet içerisinde O’nun doğru ve emin olduğunu anlamışlar, hakkında bir tek yalan bile duymamışlardı. Peygamberlik davasına karşı çıkanların önderliğini yapan bu Kureyş topluluğu, aynı zamanda O’nun peygamberliğinde de şüphe etmemekte, Kur’an’ın beşer sözü olmadığını ve beşerin O’nun mislini/benzerini söyleyemeyeceğini kesinlikle biliyorlardı.
Buna rağmen bu inançlarını açıklamayı ve yeni dine girmeyi reddediyorlardı. Onların bu reddedişleri elbette ki, peygamberin yalancı olduğundan değildi. Onların bu davetten imtinaları kendi mevki ve nüfuzlarına karşı tehlike sezdiklerinden idi. Kendi his ve hevesleri üzerinde kurdukları bir yaşamın, bir sultanın yıkılışını, çökeceğini seziyorlardı. Bu yüzden Allah’ın ayetlerini inkar etmeye ve içinde bulundukları şirkte kalmaya karar vermişlerdi.
Mesela şu rivayet bu düşüncemizi apaçık bir şekilde teyit ediyor:
“Ebu Süfyan, Ebu Cehil, Ahnes bin Şurayk bir gün evinde namaz kılmakta olan Resulullah’ı birbirlerinden habersiz dinlemeye çıkmışlar, birer yer tutup sabaha kadar Resulullah’ı dinledikten sonra ayrılmışlardır. Yolda birleşince; birbirlerini tenkit ederek birbirlerine; bir daha buraya gelmiyelim. Bazı sefihler bizi görürse muhakkak şüphelenirler” demiş ve ayrılmışlardır. İkinci gece olunca her biri yine bir önceki yerini alarak, sabaha kadar Resulullah’ı dinlemişler sabah olunca giderlerken gene yolda karşılaşmışlar, önceki gün söyleştikleri sözleri söyleyerek birbirlerinden ayrılmışlardır. Üçüncü gece gene önceki gecelerdeki yerlerini alarak sabaha kadar Resulullah’ı dinlemişler, sabahleyin giderken gene karşılaşınca yekdiğerlerine: “Bir daha gelmiyeceğimize söz vermeden ayrılmayalım” demişler ve dinlemek için bir daha oraya gelmemek üzere teahhütleştikten sonra ayrılmışlardır.
Ertesi sabah Ahnes bastonunu alarak Ebu Süfyan’ın evine gelmiş ve : “Ya Eba Hanzala, Muhammed’den duyduklarına ne dersin? demiştir. O da: “Ya Eba salebe, vallahi bildiğim ve maksadını anladığım şeyler dinlediğim gibi, hiç bilmediğim ve manasını anlayamadığım bir çok şeyler de işittim” deyince Ahnes: “Ben de yemin ettiğin hakkıçün öyleyim” demiştir. Sonra Ebu Cehil’e gelmiş, ona: “Ya Ebu Hakem! Muhammed’den işittiklerin hakkında ne düşünüyorsun? deyince Ebu Cehil: “Biz Abdülmenaf oğullarıyla şerefi paylaşamadık! Yedirdiler; yedirdik. Yüklendiler; biz de yüklendik, onlar verdiler biz de verdik; hatta dizlerimizin üzerine çöktüğümüzde dahi, birbirimize tam müsavi idik. “Kendine gökten vahiy inen paygamber bizdendir” dediler... “Biz buna nasıl katlanırız? Vallahi kıyamete kadar ne iman ederiz O’na, ne de doğruları O’nu” diye cevap vermiş ve bunun üzerine Ahnas çıkıp gitmiştir.” (Fi Zilal. Cilt 5.S.165)
Not: Hakikatlerin kabul edilmemesini bir de bu yönden değerlendirelim.Sanırım nedenini daha iyi anlamış oluruz.