Zaman, sadece mekanın içinde akıp giden bir süreç değil; aynı zamanda insanın kendi varoluşunu yeniden inşa etme ya da imha etme imtihanıdır. Günümüz Türkiye’sinde, bu imtihanın en çetin cephelerinden biri ahlaki değerler etrafında cereyan etmektedir.
Toplumun mayası olan edep, iffet, haya, mahremiyet ve vakar gibi değerler sistematik biçimde aşındırılmakta; medya, eğitim ve kültürel aygıtlar eliyle “özgürlük” ve “bireysellik” adı altında yozlaşma meşrulaştırılmaktadır.
Kur’ân ve Sünnetin Işığında Ahlak
İslam, insanı yalnızca biyolojik bir varlık olarak değil; ruh, akıl, irade ve vicdan boyutlarıyla ele alan bütüncül bir anlayışa sahiptir. Kur’ân-ı Kerîm’de Yüce Allah şöyle buyurur:
“Şüphesiz biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.” (Tin, 95/4-5)
Bu ayet, insanın potansiyel olarak en yüce makama ulaşabileceği gibi, ahlaki savrulmalarla en aşağı seviyeye de düşebileceğini ifade eder. İşte tam bu noktada, “ahlak” dediğimiz ilahi ölçü sistemi devreye girer. Hz. Peygamber (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:
“Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.”
Ahlakın inşası, bireyin ve toplumun istikameti açısından asli bir mesele iken, bugün özellikle ülkemizde yaşanan süreç tam tersine işlemektedir. Giderek yaygınlaşan çıplaklık, cinsiyetsizlik propagandası (LGBTİ+ ideolojisi), medya üzerinden yapılan teşhir kültürü, mahremiyetin yerle bir edilmesi gibi unsurlar, genç nesillerin ruh köklerini çürütmektedir.
Sokakların Teşhirciliği ve Medyanın Rolü
Sokaklarımız artık sadece insanların yürüdüğü yollar değil; aynı zamanda bir ahlaki tahribatın vitrini haline gelmiştir. Moda adı altında yapılan “vücut teşhiri”, sanat ve özgürlük adı altında yapılan ahlaki sınır ihlalleri toplumun yapısal dokusunu eritmektedir. Televizyon dizileri, dijital platformlar, sosyal medya içerikleri; neredeyse tamamen haz kültürüne, bireysel tatmine ve mahremiyetsizlike endekslenmiş durumdadır.
Bugün ekranlardan yükselen sesler, “Nasıl daha çok izleniriz?” sorusuna cevap ararken; gençliğin vicdanı, hayâ duygusu, aile ve namus anlayışı sistemli biçimde örselenmektedir. Bu da aslında kültürel bir işgalin en rafine halidir. Zira Batı’da "toplumsal cinsiyet eşitliği" adı altında aile yapısı parçalanmış, evlilik oranları düşmüş, doğurganlık oranı kriz seviyesine inmiş ve birey yalnızlaştırılmıştır. Aynı reçete, şimdi bizim coğrafyamıza uygulanmaktadır.
MEB’in Sessizliği: Sessizlik De Bir Tercihtir!
En vahim tablo ise, bu sürece en önde set çekmesi gereken kurumlardan biri olan Millî Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) derin sessizliğidir. Sözüm ona “değerler eğitimi” başlıkları altında yürütülen faaliyetler, kadim İslamî ve geleneksel değerleri taşımaktan çok uzaktır. Seküler eğitim sisteminde "ahlak", neredeyse nötr bir kavram olarak sunulmakta; Kur’an ve Sünnet temelli bir ahlak anlayışı çocukların eğitiminden sistematik biçimde uzak tutulmaktadır.
Bilhassa LGBT+ ideolojisinin küresel STK’lar ve fonlar aracılığıyla eğitim müfredatına, öğretmen eğitimine ve okul kültürüne sızdırılmasına karşı MEB’in takındığı nötr hatta kayıtsız tutum, ileride çok daha büyük sosyolojik sonuçlar doğuracaktır. Sessizlik de bir tercihtir ve bazı tercihler tarihin, milletin ve Allah’ın huzurunda hesap gerektirir.
Aile ve Toplumun Muhafazası Bir Emirdir!
Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbimiz şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” (Tahrîm, 66/6)
Bu emir, sadece bireysel sorumluluk değil; toplumsal bir bilinç ve koruma vazifesi yüklemektedir. Aile yapısı sarsıldığında, toplumun dayanak noktaları çöker. Toplumsal cinsiyet rolleri belirsizleştiğinde, nesil güvenliği ortadan kalkar. İffetin değersizleştiği bir düzende, bireysel özgürlük değil, toplumsal sefalet hâkim olur.
Bu noktada Bediüzzaman Said Nursî’nin şu veciz uyarısı bize yön göstermelidir:
“Karşımda müthiş bir yangın var; içinde evladım yanıyor, istikbalim yanıyor...”
Yangını görmeyenler, su taşıyanlara engel olmamalıdır. Bugün bu yangının adı: ahlaki dejenerasyondur. Ve bu yangına karşı tavır almak, sadece bir inanç meselesi değil; aynı zamanda bir medeniyet nöbetidir.
Netice-i kelam:
Artık susma devri bitmiştir. Bu mesele sadece hükümetin, sadece Milli Eğitim’in, sadece cemaatlerin değil; bu ülkenin kalbinde taşıdığı imanla var olan her bir ferdin meselesidir.
Buradan husussan MEB'i, yetkilileri, aileleri, ilim adamlarını ve medya sorumlularını uyarıyoruz:
Gidişat iyi değil. Bu, sadece bir kültür meselesi değil; iman, iffet ve istikbal meselesidir.
O hâlde ya "İslami Kadim Değerlerimizi" merkeze alır ve yeniden diriliriz; ya da bu sessizlikle çocuklarımızı, geleceğimizi bilerek ateşe atarız.