Eskiden bir toplumun değeri, insanlarının terbiyesiyle, sözünün ağırlığıyla, edebin ve üslubun gücüyle ölçülürdü. Bugün bakıyoruz; meydanlarda, ekranlarda, sokaklarda, hatta sosyal medyada gördüğümüz şey tek kelimeyle edepsizliktir. Artık kimse karşısındakine nasıl hitap edeceğini, büyükle küçük arasındaki sınırı, konuşurken kullanılan kelimenin insana ne kadar yara açabileceğini umursamıyor.
Bir zamanlar “Söz gümüşse, sükût altındır.” denirdi. Şimdi ise “Kim daha yüksek sesle hakaret ederse, o kazanır.” anlayışı egemen. Bağırmak marifet, hakaret etmek özgürlük, seviyesizlik de doğal hak gibi sunuluyor. İnsanlar arasında edep çizgisi tamamen silinmiş durumda. Bu toplum, ahlakını kaybetmekten önce üslubunu kaybetti. Çünkü dilin bozulduğu yerde kalp de çürür.
Bugün her tartışma kavga, her fikir ayrılığı düşmanlık, her eleştiri hakarete dönüşüyor. Çocuklarımız bile sokakta küfrü, saygısızlığı normal bir iletişim yöntemi zannederek büyüyor. Edepsizlik bulaşıcıdır; bir kere toplumun damarlarına girdi mi, nesilleri zehirler. Ve maalesef bu zehir bugün her yere yayılmış durumda.
Üslubunu kaybeden bir toplum, aslında onurunu kaybetmiş demektir. Çünkü insanı hayvandan ayıran en önemli fark, ölçülü söz söyleme, karşısındakine edep ile yaklaşma yeteneğidir. Bu özellik yok olunca geriye ne kalır? Çıkarına göre şekil alan, menfaati için her şeyi mubah gören, saygıyı unutan, değerleri ayaklar altına alan bir güruh kalır.
Evet, belki sert geliyor ama hakikat budur: Biz toplum olarak hızla edepsizleşiyoruz. Büyüklerin küçüklere örnek olması gerekirken, küçükler büyükleri utandırır hale geldi. Siyasette, medyada, iş hayatında, aile içinde bile saygının yerini hoyratlık aldı. Bu gidişat düzelmezse, biz sadece kültürümüzü değil, insanlığımızı da kaybedeceğiz.
Artık herkesin kendine şu soruyu sorması gerekiyor: “Benim üslubum, benim edebim bir toplumu onarır mı, yoksa çürütür mü?”
Çünkü bir toplumun kurtuluşu tankla, topla değil; edeple ve terbiyeyle mümkündür.