Kedere, kasvete, karamsarlığa mola; sevince, coşkuya, umuda merhaba… Bayramlar bir başka; manasını bilene, hakikatini idrak edene daha bir başka. Asıl olan, ritüellerin ardındaki gerçekliği görmek, hayatı ona göre tanzim etmek, bayramı – zor olsa da – bütün yıla yaymak…
Her şeyde “Bir”e giden yolu bulmak, her hadisede bunu hatırlamak ve bilhassa Ramazan ve Kurban bayramlarında bunda yoğunlaşmak; kısa ömrü bereketlendirir, hayra ve huzura eriştirir, dünyayı daha yaşanır kılar…
Sefahat ve sefalet rüzgârlarının birlikte estiği dünyada ne kadar ihtiyacımız var buna… Şöyle bir dursak ve yavaşlasak; "Ne bu hâl?" desek, kendimizi okusak, kâinatı okusak, hadiselerin öte yüzünü irdelesek, hikmet pencerelerini açsak…
Ne kaybederiz?
Zaten elimizde durmuyor, gidiyor; bir “an-ı seyyale” gibi akıyor.
İbrahim (A.S.) öyle yaptı: aya baktı, yıldıza baktı, güneşe baktı… Yok olup gidenlerin ardından gitmedi, Yaratıcı’yı aradı; araya araya buldu!
Ateş onu yakmadı, bıçak oğlu İsmail’i kesmedi!
Zahiren ateş yakar, bıçak keser.
Küçük kıvılcımdan kederle ağlayan, toplu iğne ucu dokunuşlardan bağıran bizler; İbrahim ve İsmail hakikatinden ne kadar da uzağız...
Gazze yanıyor; içimizi ne kadar yakıyor?.. Çocuklar adeta kesiliyor; zevkten ne kadar kesiliyor da onlara imdat olmaya koşuyoruz?
Yoksa kafamızı kuma mı sokuyoruz; yazın kumsalları mı serilecek önümüze?
Bayram, bayram ola; mazlumların güldüğü, masumların emin olduğu... Zalimlerin naraları masumların sesini kısıyorsa, bayram ne kadar bayramdır?
Dünya büyük bir daralma, sıkışma içinde; İbrahimî nefes, İsmailî duruş bekliyor.
Bütün bunlar, kendini bulmaktan geçiyor. Alvarlı Efe ne kadar güzel söylemiş:
“Can bula canını, bayram o bayram ola
Kul bula sultanını, bayram o bayram ola
Hüznü keder def ola, dilde hicap ref ola
Cümle günah af ola, bayram o bayram ola”
Böylesi bayramlarda buluşmak duasıyla…