“Toplum, güven üzerine kurulur. Güvenilmek, sevilmekten daha büyük iltifattır.”
Ferdin, ailenin ve ülkenin maddi ve manevi yönden huzuru güvene bağlıdır. Her birey güvenli bir ortamda bulunmayı amaçlar ve huzurlu bir hayat idame ettirmek ister. Dolayısıyla güven olmaksızın huzurlu bir aile ortamı ve ülke inşa edilmesi asla mümkün olamaz. Güven tarafların karşılıklı birbirine güvenmesi esasına dayanır. Bundan dolayı her birimize düşen görev, aileden başlayarak toplumun ve ülkenin güvenli bir bünyeye sahip olmasını sağlamak ve bunun tesis edilmesi hususunda, herkesin üzerine düşeni yapması ve bu konuda gayret sarf etmesi gerekir. Bireyler her konuda birbirine güvenebilmelidir. Elbette ki ülkenin güvenli bir ortama kavuşturulması, ülkeyi yönetenlerin sorumluluğundadır. Bu konuda bize düşen ise, ülkeyi yönetecekleri seçerken bu durumu göz önünde bulundurmak gerekecektir. Güvenin olmadığı yerde huzursuzluk kaçınılmaz olacaktır. Toplumların ve ülkelerin gelişip kalkınması da güvene dayanır. Bir ülkenin siyasi, ekonomik ve sosyal hayatı güvene dayalıysa ülke gelişir ve kalkınır.
Güveni tesis etme hususunda her ne kadar değişik görüşler ileri sürülse de fertlerin ve ondan oluşan toplumun güveni ancak, ahlaklı bireylerin yetiştirilmesiyle ve ahlâk ilkelerinin hayatın her alanına, hâkim kılınmasıyla huzurlu ve güvenli bir toplum inşa etmek mümkün hale gelebilecektir.
Merhum mütefekkir, akademisyen, yazar Prof. Dr. Ş. Teoman Durali, 6 Nisan 2017 de Bülent Ecevit Üniversitesi Senatosu tarafından, kendisine tevcih edilen fahri doktora payesi ödül töreninde yaptığı konuşmada güven ve ahlakla ilgili şu anlamlı ifadeleri kullanıyordu; “Hazreti peygamberin, utanmadıktan sonra her şeyi yapabilirsin demesi bir kıstastır. O bakımdan utanmayı en başa alıyorum, hayatımızın temelini teşkil etmektedir. İnsanın yaşaması utanmaya dayanır, bunun felsefedeki tercümesi ahlaktır. İnsanda içgüdülerin bulunmaması ve biz insanların, hayvanlardan farklı olarak içgüdü yoksunu olmamızın sonucunda, hayatımızı tanzim eden ahlaktır. Ahlakın üç temeli var, üç dayanağı ve payandası vardır, bu payandalara dayanır. Bunlar, vefa, iffet ve güvendir. Doğup büyüdüğüm bu diyar ve içinde yer aldığım ortam, bana evvelemirde vefa duygusunu aşılamıştır. bunun ilk örneğini burada yaşadım ve çok özel bir hayat hikayesinden hareketle, bir olayı anlatmama izin veriniz. Bana çok ilgi çekici gelen bir hikâye bu. Bugün Kozlu'ya giderken arkadaşlarıma bahsettim ve yerini de gösterdim, Kozlu meydanında bir ağaç, o yok artık, kestane yahut ıhlamur ağacı. O tarihte 1941 de Alman ordusu, Meriç kıyısına yaslanmıştı, dayanmıştı, Türkiye’ye girmesi an meselesi, yetkili etkili şahsiyetler, hop kalkıp hop oturuyorlar. Babam Kozlu elektrik üretim merkezi baş mühendisiydi. Ankara’dan, işletme müdürü rahmetli İhsan Soyak Beyefendiye bir telgraf gelir, babamın karısından yani annemden ötürü, babamın kızağa çekilmesi gereği öne sürülür. Tedbir amacıyla, çünkü o Meriç’e dayanan ordunun milletinden gelen bir kişi, annem rahmetli. İşletme müdürü İhsan Soyak Beyefendinin cevabı şu, Sabih Duralı ihanet ettiği takdirde, beni Kozlu Meydanı’ndaki ağacı asabilirsiniz. Bu bana bir hayat kılavuzu olmuştur. Hayatta en hakiki mürşit ilim değil, güvendir. Güven yoksa, vefa yoksa, yaşama imkanını bireysel ve toplumsal anlamda yitiririz. Bana bu layık gördüğünüz ödül, doğarken karşılaştığım güven duygusunun, vefanın bir devamı durumudur. Bu biraz önce söylendi ya geleceğe ümit beslemek, aslında dinin de esasıdır, iki günahı Allah bağışlamaz, biri kendisine eş koşma, yani şirk. İkincisi ümidin kaybı. İşte ümidi her şeyi bu diyarlarda gördüm ve sermayemin çok büyük bir kısmını da bu diyarda elde ettim. Her şeyden önce az önce arkadaşın Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu’nun da belirttiği üzere, insanın yerine, yurduna sadık kalması, toplumuna milletine bağlı durması, başta gelen faziletlerdendir.” Böyle diyordu merhum Hocamız. Ruhu şad olsun.
Güvenen ve güvenilen birey aynı zamanda özgüven kazanmış olur. Bu konuda, yaklaşık bir buçuk asırdan beri insanımız özgüvenden yoksun durumda kalmıştır. “İnsanoğlunun ürettiği en değerli şey tefekkürdür, onu üreten mütefekkirdir. Ülkelerin çapı, büyüklüğü yetiştirdiği mütefekkirlerin çapı kadardır, ondan öteye geçemezler. Marifette iltifata tabidir, değerlerini bilmek ülkesinin değerlerini değerlendirebilmek de ayrı bir değerdi.”
Son çeyrek asırdan bu yana, artık bizim insanımızın da bir şeyler yapabileceğini gösteren başarılar söz konusudur. Özellikle savunma sanayide yaptıklarımız ve kendi otomobilimizi yapabilmede gelinen nokta gerçekten bizlere empoze edilen bu özgüvenden yoksun kalma zincirini kırıp parçalamıştır. Macar asıllı Alman Prof. Philipp Schwartz 1951 yılında Türk Üniversite Reformuyla ilgili yazdığı bir yazıda “Türk Üniversite reformunun başarısızlığında iki mühim amil görüyorum, birincisi halkın, mukadderatını elinde tutan aydınlara karşı güvensizlik hissediyor olması, ikincisi aydınlarda ki, derin kökleri olan yetersizlik hissi. Bu konuyla ilgili Prof. Dr. Durmuş Günay “Biz de ruhumuzun iskeletini inşa edemezsek bir şey üretemeyiz. Ortaya tefekkür koymalıyız, bu da dünya tefekkürüyle yarışmayla onların çapında eserler vermekle ve özgüvenle oluyor.”
“Ne ekersen onu biçersin” atasözünden hareketle insanımız, hayatının her safahatında güven içerisinde olabilmesi ancak, gençliğimizin kendine özgüveni olan, şahsiyetli, vatanına ve milletine mensubiyet duygusuyla bağlı, liyakatli ve maneviyat yönüyle donanımlı yetiştirilmeleriyle mümkün olacak ve böylece, kalkınmış, gelişmiş ve her yönden kendine yetebilen, huzurlu, güvenli bir ülke konumunda yolculuğuna devam etmesi sağlanmış olacaktır.
Filistin’de yaşanan son olaylardan bir kez daha gördük ki, insanlığın güvenebileceği hiçbir merci kalmamış ve insanlık güvenini kaybetmiş durumdadır ne yazık ki. Onu bir bulabilsek!