Bir horoz doğmuş yuvasında. Bu yavru horoz yuvasındayken dünyayı kümes kadar bir yer zannediyormuş. Sonra bir gün kümesinden dışarı çıkmış. Bir bakmış ki kocaman bir bahçe. "Dünya ne kadar büyük bir yer." demiş ve şaşırmış. Bu sefer dünyayı kümesin bahçesi kadar sanmış. Sonra bir duvar görmüş bahçede. Bu duvara atlayıvermiş. Bu sefer de bahçe kadar olduğunu zannettiği dünyanın çiftlik kadar 'kocaman' olduğu düşüncesine kapılmış. Tam duvarın yanında bir ağaç varmış. Dallardan zıplaya zıplaya ağacın en tepesine kadar çıkmış. Bir bakmış ki dünya denilen yer çiftlikten de büyükmüş.
Hepimiz bu dünyada horoz misali vesveselere kapılıyoruz olaylar karşısında. Bildiğimiz kadar, gördüğümüz, dokunduğumuz, işittiğimiz, kokladığımız kadar sanıyoruz dünyayı. Beş duyumuza ve aklımıza o kadar iman ediyoruz ki... Bizim dışımızda bir dünyanın varlığını kabul etmeyi zorlaştırıyoruz. Özellikle de insani ilişkiler konusunda.
"Ben gördüm, gözüme mi inanayım sana mı?"
"Duydum. Kulaklarım sağlam işitiyor."
"Biliyorum. Öyle demek istedi."
diye diye kendi sığ yapımızla olayları irdeliyor ve özellikle de insanları yargılıyoruz. Suizan vazgeçilmezimiz oluyor. Sonra arkasında gıybet ve koğuculuk geliyor. Hala kendimizi dizginleyemiyorsak bire bin katıp anlatıyor, anlattıkça iftira çukuruna doğru sürükleniyoruz. Kirlenmiş düşüncelerimiz öyle alışkanlık haline geliyor ki, bu sefer insanlarla oturup kalkarken gıybetten, koğuculuktan başka konuları yok farz ediyoruz. İşte o denli içselleştiriyoruz. Alışkanlık denilen şey kolay yerleşiyor ama zor değişiyor.
Peki, ne yapmalı?
Ağacı, kuşları, çiçekleri, doğayı tefekkür ettiğimiz gibi insanları da tefekkür etmeyi bilmeliyiz. Muhatabın, senin beş duyunla ve senin aklınla sınırlı değil. Onu o şekilde düşündürten, o hale getiren pek çok unsur var. Bir düşün.
Bunları o anda düşünebilmek içinse olaylardan biraz uzaklaşıp horoz misali en azından ağacın tepesinden dünyaya bakabilmek gerekir.
Psk. Elif ÖZDEMİR